18. asırdan itibaren  Batı devletleriyle siyasî münasebetlerin artması ve sıkı temaslar neticesinde  yavaş yavaş Batı kültürü de Türkiye’ye girmiş ve fenne dâir eserler tercüme  olunmaya ve bu eserlerden istifade ile yeni eserler yazılmaya başlanmıştır.
  Tanzimat'tan sonra  Avrupa kültürünün hızla yayılması hakkında oldukça geniş araştırmalar ve incelemeler  bulunmaktadır. Ancak, Tanzimat dönemi kültür, eğitim ve ilim anlayışını  hazırlayan Tanzimat öncesi (18. asrın sonları ve 19. asrın başlarındaki)kültür,  eğitim ve bilim hayatı incelenmeye muhtaçtır.
  Bu devirde daha önce tesis edilmiş olan ilim, eğitim  ve kültür müesseseleri yanında, 1773’de Mühendishânc-i Bahri-i Hümâyûn, 1795’de  Mühendishâne-i Berri-i  Hümâyûn, 19. asırda Cerrahhâne, Tıbhâne ve Tıbbiye Mektebi, gibi Batı tarzı  eğitim yapan müesseseler de kurulmuştur. Bu kurumlarda, medreseden yetişmiş,  ancak daha sonra çeşitli yollarla yeni ilimler konusunda bilgilerini  geliştirmiş, yabancı dil öğrenmiş müderrisler görev almış ve bilinçli bir  şekilde Avrupa ilminin Türkiye’ye girmesine vasıta olmuşlardır. Bunlar arasında  Gelen be vî İsmail Efendi, Bulgarîzâde Yahya Naci Efendi, Hekimbaşı Mustafa  Behçet Efendi ve kardeşi Abdülhak Molla sayılabilirler.
Bu sebeblerden dolayı inceleyeceğim bu dönem bir değişme, bir istihale devresidir. Bu geçiş döneminde entellektüel ve sosyal hayatta toplumun daha önce bilmediği bir takım problemler de ortaya çıkmıştır. Bu devirde, münevverler bir takım kanallardan Batı kültür ve bilimiyle temasta bulunmuşlardır. Bundan başka bir çok sahada yenilik hareketlerinin devlet tarafından benimsenip uygulanmasına çalışılmıştır.
Bu araştırmanın   amacı III. Selim’in son yıllan ile II. Mahmud saltanatı  yıllarını içine alan dönemde Osmanlı Devleti’nde  özellikle eğitim ve kültür faaliyetlerini bir nebze  ortaya çıkarmak ve bu döneme bir açıklık getirmektir.
  Bilindiği üzere  klasik Osmanlı eğitim sisteminde en büyük  rolü medreseler ve Enderun mektebi üstlenmişlerdir. Osmanlı devletinin adi:, askeri ve idari görevlileri  bu kurumlardan yetişmektedir. Bürokraside  ise her kalemde şakird, halife, katip hiyerarşisi takip edilerek ihtiyaç duyulan elemanlar yetiştirilmiştir. Merkez ve  taşra idari teşkilâtında vazifeliler umumiyetle Enderun'dan yetişen askeri  menşe'li kişilerdir. Ancak bunların bütün imparatorluğa  kâfı geldiği düşünülemez. Şu halde içlerinde, şairler,  müellifler, alimler ve büyük idareciler  bulunan ve imparatorluğu idare eden bu adamlar  nasıl yetişmişlerdir? Hiç şüphesiz bilinen resmi eğitim kurumları dışında eğitim gören ve kendi  kendine yetişen birçok zevat önemli devlet  görevlerine getirilmiş ve büyük bir boşluğu doldurmuşlardır.
  Osmanlı toplumunda medrese  ve Enderun Mektebinde yapılan resmi tahsil yanında umumiyetle camiler,  tekkeler, kütüphaneler, vezirlerin, zenginlerin ve alimlerin  konakları gibi merkezlerde bir takım  eğitim ve kültür faaliyetlerinin varlığı bilinmektedir[1].
  Bu gelenek içerisinde olagelen eğitim ve kültür faaliyetleri bir yönü ile de resmi tahsilin  tamamlayıcısı niteliğindedir. 19. asırda bu merkezlerde  hali vakti müsâit ilmi kudreti mevcut olan  ulema, durumuna ve ihtisasına göre kendisine müracaat edenlere hiç bir karşılık  beklemeden ders verir ve bu surette talebe yetiştirirlerdi. 18 ve 19. asırlarda  bu şekilde yetişen ilim ve devlet adamlarından, Kethüdazade Mehmed Arif Efendi,  Fehim Efendi, Tevhid Efendi, Safvet Efendi,  Cevdet Paşa, Ahmed Sadık Ziver Paşa, Kabuli Mehmed Paşa, Nusret Paşa vs. isimleri sayabiliriz. Yine bu surette ders veren hocalar arasında Neşet Efendi,  Gelenbevl İsmail Efendi (1205/ 1791)  Palabıyık Mehmed Efendi (18. asır sonlan) Müftüzâde  Mehmed Efendi gibi isimleri zikredebiliriz.
  Kethüdazade Mehmed Arif Efendinin  talebelerinden Muzıkay-ı Hümâyûn Binbaşısı Emin Efendi tarafından tertip edilen  menakıbından [2] bu gelenek hakkında bir kaç misal vermekte  fayda vardır. Bu eserde  Kethüdazâde'nin deslerinde anlattıkları ve günlük hayatındaki davranışları ile  devrin sosyal ve kültürel hayati hakkında  geniş bilgiler bulunmaktadır.
  Devrin ileri gelen  ulemâsından Kethüdazâde Mehmed Arif Efendi, resmî görevlerden ziyâde  halka ders vermekten hoşlanan ve gençliğinden ölünceye kadar bu surette ders verip  talebe yetiştirmiş bir zattı. “İran’da, Turan’da talebem vardır” diyerek  yetiştirdiği talebelerin çokluğunu ve bunlar arasında çok  uzak yerlerden gelenlerin de olduğunu söylemektedir. Emin Efendi'ye göre  “O vakitler rüştiye ve mekâtib-i mîrîyeler olmadığından, Farisî, Lügat, Hesab,  Hendese, Heyet, Nücum-ı küre ve funûn-ı  sâireyi okuyacak şehrîler (İstanbullu talebeler) böyle kıyı köşe hoca efendiler  ararlar, bulurlar ve okurlar idi”. Emin Efendi, “Hoca Efendimiz her ilmi okutur idi. Şehrîlerden başka şuhûr-ı selâsede (Receb, Şaban, Ramazan)  dersler kesiminde medreselerden müntehi talebeler dahi gelip Beşiktaş civarında  mahsus odalar tutarlar, cevâmide (camilerde okutulan dersler ve hocaları için  bk. C. Paşa Tezakir) olmayan ulûm ve fünûn okurlar idi” demektedir. Kethüdazâde Arif Efendi, kendisi dahi bu şekilde  konaklarda tahsil görmüş bir çok hocadan ders alarak yetişmiştir[3].
  Meselâ, Hoca Efendi’den “Küre” (Astronomi)  dersleri almak üzere birkaç kişi müracaat etmiş ve Beşiktaş’ta odalar tutarak  ders görmüşlerdir. Hoca Efendi, bu talebelere  Dünya’nın yuvarlaklığı hakkında ders vermiştir[4].  Müslüman talebelere yönelik olan bu  geleneğin dışında Kethüdazâde’nın kendisine has şahsiyetini ve dünya görüşünü,  toleransını gösteren farklı bir eğitim ve kültür anlayışı içerisinde, “milel-i sâireden İslâmiyet üzerine” ders görmek  isteyenlere dahi aynı şekilde ders vermiştir [5]. 
  Konaklarda devam edegelen  derslerin nasıl başladığına ve devam ettiğine dâir aşağıdaki örnek açıklayıcı  mahiyettedir.
  Emin Efendi ilk  derse başladıkları günü şöyle anlatmaktadır: “Beşiktaş’ta  Karslı Efendi’den[6], şerikim Mehmed Efendi ile beraber Sarf  cümlesini okurken şerikim işitmiş ki Kethüdazâde Efendi derler keskin bir hoca  varmış; fakire o hocaya gidelim dedi. Bir sabah erkenden kalktık vasıtasız,  sora sora Beşiktaş’ta Uzuncaova’da devlethânelerini bulduk usul usul kapısını  çaldık. Zira hoca kapısı pek pek (sert sert)  çalınmaz, işittiler, köşe penceresinden baktılar ne isterseniz? dediler. Hoca  efendi burada mı? dedik. Ne yapacaksınız? dediler. Derse başlayacağız dedik,  iyi durum geleyim dediler. Kapılarının ipi yok, kapıyı açmaya kendileri  indiler”. Daha  sonra içeriye giren talebeler üst kata çıkıp odaya girerler. Emin Efendi bu  odayı ve oturuşlarını şöyle anlatıyor. “Odaya girdik. Moskov bezinden bir  döşek, anın üzerine oturdular, biz dahi karşılarına tahtanın üzerine oturduk, o  döşeğin yukarı başında biraz kitaplar yığılı idi”. Emin  Efendi Kethüdazâde’nin ne okuyacaksınız sorusu üzerine “Pend” okuyacağız  demişler ve kitaplarını çıkarıp hemen derse başlamışlardır[7].
  Anlaşılıyor ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda  19. asrın ilk yarısında medrese ve Enderûn eğitimi yanında câmilerde ve konaklarda sürdürülen eğitim  faaliyetleri de bulunmaktadır [8]. Bu dönemin kültür ve  ilim hayatının daha iyi anlaşılabilmesi için bu tür faaliyetlerin geniş bir  şekilde incelenmesi gerekmektedir, özellikle 19. asrın ilk  çeyreğinde medreseden mezun olmuş olanlar veya şuhûr-ı selâsede  ilimlerini geliştirmek isteyen talebeler camilere ve muhtelif hocalara giderek  ders görürlerdi[9].
  Bu talebeler umumiyetle medresede  okutulanların bir devamı niteliğinde olan ve Ulûm-ı âliye ve Ulûm-ı âliyeden  hocalara giderek ders görürlerdi. Bu dersler arasında önce Ulûm-i arabiye,  Mantık, Arûz, İlm-i âdab, Şehr-i akaid,  Fıkıh, Tefsir, Havaşi mütalaası, Vaz’iyye, Burhan-ı Gelenbevî ve sairleri  sayılabilirler. Bu talebelerin resmî tahsilin  dışında ders görmelerindeki asıl gaye daha  çabuk mezun olmak, bir çok hocadan ders görüp ilim irfan sahibi olmak, bir de  ulûm-i cüziyye (Riyaziye, Hesap, Cebir,  Geometri, Felsefe vs.) derslerini meşhur  hocalardan okuyup icazet almak olsa gerektir [10].   
Bu talebeler umûmiyetle Fatih ve civarında odalar tutalar ve derslere, Fatih, Süleymaniye, Şehzâdebaşı, Fatih Nişancası camileri ve Saraçhane yakınında Dülgeroğlu Câmii’nde devam ederlerdi[11]. Bunlar arasında “ehl-i kıyam” [12]denilen hakikaten çok iyi yetişmiş talebeler de bulunmaktaydı [13].
Camilerde tamamen Ulûm-ı âliye ve Ulüm-1 ‘âliye derslerine devam eden talebeler medreselerde  kısmen de olsa “tarz-, kadim üzre Hesab, Cebir, Hendese, Heyet ve şâir fünûn-ı hikemiyye” okuyorlardı, Ancak  riyaziyat ile meşgul olanların çok az olduğu,  bunların ekser vakit tayin etmek için “rubu” risalelerini okumakla iktifa  ettikleri söylenmektedir [14].
    Mesnevi okumak isteyen  talebeler mevlevihânelere ve tekkelere devam ederlerdi, o zamanın Çarşamba'daki  Mehmed Muradın post-nişini olduğu tekke ile Kocamustafapaşa'daki  tekke çok meşhurdu [15].
 18. ve 19 asırlarda İstanbul'da ulemâ belirli  semtlerde odaklaşmış bulunmaktadır. Umumiyetle Ulum-1 'âliye ve Ulum 1 âliye dersleri veren bazı hocalar,  Fatih ve civarında yerleşmiş olup,  buralarda bulunan câmilerde veya konaklarında ders vermekteydiler. Diğer bir grub ise elimizde yeterli deliller olmamasına rağmen Menakib'ta geçen  “Riyaziye, Fen, Hesap, Cebir, Hendese, Nücûm, Felsefe vesâir fen dersleri görmek  isteyenler Beşiktaş'a gelir mahsus odalar  tutarak hoca efendilerden ders görürlerdi" [16]. Bu ibare, Beşiktaş’ta da  özellikle fen derslerinde şöhretli bir kısım  ulemânın yerleştiği kanaatini uyandırmaktadır.
    Ayrıca şair, edil,, münşi ve mutasavvuflar Fatih, Sultanselim ve Karagümrük semtlerinde bulunan konaklarında ders verirlerdi [17].    
Beşiktaş semti. Kanunî devrinden itibaren çok revaç görmüş, devlet ricâli ve şâir zevat buraya gelip yerleşmişlerdir[18] . 17. asırda bir seyyahın eserinde, özellikle Beşiktaş sahillerinde müftülük ve kadiaskerlik yapmış ulemâ efendilerin yalılarının bulunduğu ifade edilmektedir[19]. Ulemânın Beşiktaş sahillerinde oturmaları 18. ve 19. asırlarda da devam etmiştir. 18. asrin sonlarına doğru 1 757 ve I 767 yıllarında Beşiktaş, Ortaköy ve Kabataş taraflarında gayri müslimlerin boş arsalara yeniden konak inşasının yasaklanmış olması[20] buralarda Müslüman ahalinin çoğalmasına vesile olmuştur. Ancak daha önceden buralara yerleşmiş bulunan gayri müslim teb’a ile aralarında bir kültür alışverişinin varlığı [21] ve netice itibariyle Avrupa'da gelişen yeni kavramlardan haberdar oldukları söylenebilir.
 Beşiktaş semtinde 19. asrin başlarında  yüksek rütbeli bir grup ilim adamının oluşturduğu serbest ve ileri görüşlü  entelektüel bir muhitin varlığından bahsedebiliriz. Burada, daha sonraki  nesiller tarafından “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi’’ (kısaca B.C.I) adı ile  tanınan bu grubu detaylı bir şeklinde incelemeye tabi tutacağız ve bu açıklamalar boyunca buna yanlış yorumlara  sebebiyet vermemek için hep “Beşiktaş Grubu" adı ile zikredeceğiz.
    Beşiktaş Grubu hakkında elimizde üç kaynak  bulunmaktadır. Bunların birincisi Menakıb-ı Kethüdazade[22 ]İkincisi  Tarih-i Cevdet[23] ve üçüncüsü Tarih-i Lütfi [24]’dir.  Ayrıca grubun bir üyesi olan Melekpaşazade Abdülkadir Bey hakkında, grubun 1826  yılında Devletçe nasıl değerlendirildiğini açıklayan yeni bir belgeye  rastlanmıştır[25].
    Beşiktaş'ta bir araya gelerek Ferruh Efendi  konağında talebeye ders veren bu grub İçin Kethüdazade’nin talebelerinden Arif  Efendi şunları naklediyor Beşiktaş Mevlevihanesi eski şeyhi Kadri Efendi Ortaköy  mezhebi der idi, muradı Ortaköy'de yalıları olan Ferruh İsmail Efendi ile  Melekpaşazade Kazasker Kadri Bey'e ve Hoca Efendi hazretlerine ve daha oraya  devam eden ehl-i dillere ta'riz idi. Çünkü Ortaköy’de Ferruh İsmail Efendi ile  Melekpaşazade Kadri Bey'in yalıları ehl-i diller mecma'ı ve sühan-şinâslar  merkezi idi”[ 26].
    Cevdet Paşa ise Beşiktaş Grubu ile ilgili malûmatı 12 ciltlik tarihinin son  cildinde vermektedir. Cevdet Paşa “gariptir ki bu sırada  Anadolu Payelilerden Melekpaşazade Abdülkadir Bey ve Mekke-i Mükerreme  payelilerinden Vak'anüvis-İ sabık Çanizade Mehmed Ataullalı Efendi ve Şıkk-ı  salis defterdarı meşhur İsmail Ferruh Efendi dahi bektaşilikle itham olunarak birer mahale nefyedildiler. Bu zatlar ekser vakit  birlikte düşer kalkarlar idi. Çünkü o zaman Beşiktaş tarafında bir cemiyet-i ilmiye  olup heveskâr-ı ulûm ve maarif olanlardan her kim  tedrise tâlib olur ise anı talim etmeği veya ettirmeyi müteahhid imişler”  [27]demektedir.
    Ahmet Lütfı Efendi de  tarihinde “Etvar-ı lâubalîyâne ile marûf  olan bazı zevat bektaşilik nâmıyla Der-saadet’ten teb’id kılındılar. Bulardan bir takım zevat ki Ortaköy’de yalıları olup daima  birleşirler ve meclislerine bilmedikleri kimseyi kabul etmezler  ve zahirde ehibbâ tarzında görüşürler ise de  mânâda meclisleri âdeta bir cemiyet-i ilmiye  denmeğe seza idi” [28]demektedir.
    Cevdet ve Lütfı tarihlerinde bu grup için  “cemiyet-i ilmiye” tabiri kullanılmış iken Menakıb’ta cemiyet  lafzının geçmediği açıkça görülmektedir. Bu eserlerde cemiyet tabirinin  kullanılış şekline ve sözlerin gelişine bakacak olur isek,  burada bugünkü mânâda bir İlmî cemiyetin kastedilmediği görülür. Zira  Cevdet Paşa bu hususta verdiği malumâtın sonunda ،،...  ol vakte yetişmiş zevattan istima” olunmuştur”  [29]diyor; buradan grubun adının sonradan “cemiyeti ilmiye” olarak zikredildiği anlaşılmaktadır. Keza,  ilerde göreceğimiz gibi Şeyh Mehmed Murad’ın tekekkesine de “Darü’l-fünûn idi”[30]  demektedir. Yine Lütfı Efendi yukarıda zikrettiğimiz gibi “âdeta bir cemiyet-i  ilmiye denmeğe seza idi [31] ” diyerek bu iddiayı desteklemektedir.
    Bu durumda, Beşiktaş  grubu’nun ve konaklarda devam ettirilen bu faaliyetleri o zaman var olmayan  ancak daha sonraları (1851’de kurulan  Encümen-i Dâniş, 1861’de kurulan Cemiyet-ı İlmiye-i  Osmaniye) oluşan İlmî cemiyetler gibi  kabullenmek kanaatimizce doğru olmaz. Nitekim Cemiyet-i ilmiye şeklinde düşünen  bazı tarihçi ve yazarlar büyük tenakuza düşmüş ve bu fikrin çok daha erken başladığı  kanaatine sahip olmuşlardır.    
    Cevdet Paşa tarafından ortaya konulan bu cemiyet imajı ilk olarak Ebüzziya Tevfik Bey  tarafından aynen kabul edilmiş ve Cevdet  Paşa’dan iktibasla bazı mülahazalar eklenerek neşredilmiştir[32].
    Daha sonra Mahmud Cevad  bey “Birinci mahfel-i ilmiye” olarak addettiği  bu grub için Cevdet Paşa’dan naklen Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi  ünvanını kullanmakta ve her ne kadar ،،mahfel’i ilmiye”  tabir ediyorsa da bunu Encümen-i Dâniş  ve Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye gibi bir İlmî cemiyet olarak görmektedir[33].
    Değerli tarihçilerimizden merhum İsmail  Hakkı Uzunçarşılı bir makalesinde, Beşiktaş grubundan bahsederken Beşiktaş veya  Ortaköy Cemiyet-i İlmiyesi demekte ve konakların bulundukları mahale göre  Ortaköy Cemiyet-i İlmiyesi de denilebileceğini söylemektedir[34].
    Daha sonra bazı tarihçiler ve yazarlar  Cevdet Paşa’nın bu cemiyet imajını devam ettirmişlerdir. Bunlardan Reşat Ekrem  Koçu Ortaköy Cemiyet-i İlmiyesi[35], derken Türkiye Ansiklopedisinde  “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi” [36]denmektedir. Bütün bu yazılarda ana kaynak Cevdet Paşa’dır.
    Ancak bunların dışında,  eldeki kaynakların elverdiği bilgilerin ötesine giderek bazı mübalâğalı görüş  ve fantaziler şeklinde tezahür eden yazılara da Taşlanmaktadır.    
Cemal Kutay’ın Beşiktaş grubu ile alâkalı yazısı, buna en bariz örneği teşkil edebilir[37]. Nitekim yazar : Cemiyet’in 18 Ağustos 1820 tarihinde Kethüdazâde’nin sahil sarayında kurulduğunu ve II. Mahmud’un bunu gizli tutulmak kaydıyla bir fermanla tasdik etmiş olduğunu ileri sürmektedir. Bu bilgi referans olarak gösterilen (Menakıb I. baskı s. 56) yerden tamamen farklıdır[38].
    Osmanlı Arşivlerinde bu  döneme ait Hatt-ı hümâyûn, Cevdet tasnifleri ve şâir tasniflerde yapılan  taramalar sonunda böyle bir vesikaya tesadüf  edilememiştir. Aynı zamanda ne Cevdet Paşa’da ne de Menakıb’ta toplantıların  Kethüdazâde’nin yalısında yapıldığına dâir bir malumât vardır.
    Yine C. Kutay’ın ileri sürdüğü iddialar arasında Melekpaşazâde için  “Doğu dillerinden başka Fransızca, Latince ve Yunanca  bilir” denmektedir[39]. Biz Melekpaşazâde’nin Fransızca bilmediğini Kont Raczynski’nin  kendisiyle tercüman vasıtasıyla görüşmesinden  biliyoruz[40].
    İsmail Ferruh Efendi için  “Berlin, Viyana, Paris, Londra ve Petersburg sefiri idi”[41]  denmektedir. Bilindiği üzere Ferruh Efendi sadece Londra'da sefirlik yapmıştır[42].
    “Cemiyet-i ilmiye  müessisleri, şahsi akibetlerinden değil;  bilinmesi ve yayılması memleket ve fert hayrına ilimlerin reddinden endişeli  idiler. Bu sebeple gayeleri malûm oluncaya dek mahfil kalmakta mecbur idiler[43]. Bu ibare için verilen referansa bakıldığında  alakalı en ufak bir bilgiye tesadüf edilememiştir[44].
 B.C.İ.’nin “risaleler ve kitaplar basmak üzere büyük bir matbaa kurmaya teşebbüs ettikleri  ve II. Mahmud’un dahi bu hususta kendilerine ferman verdiği  ancak biraz daha beklemelerini tavsiye ettiği"şeklinde verilen malûmat gösterilen kaynaklarda bulunmamaktadır[45].
    B.C.İ. ile ilgili  yazısında Kutay’ın bunlara benzer değerlendirmeleriyle doludur.
    “Kethüdazâde, doğu dillerinden gayri  Fransızca, Latince, Eski Yunanca, Almanca’yı yetki ile biliyordu. Fransızca’yı  bir cizvit papazından yedi senede öğrenmişti. Kimya gibi çağ bilimlerini  biliyordu”[46] şeklinde mübalâğalı ve hiç bir kaynağa dayanmayan  kısımlar da vardır.
    Bir  diğer örnek “müsbet ilimleri aralarında şöyle bölüşmüşlerdi.  Melekpaşazâde Abdülkadir Bey eski Yunan ve Latin Felsefesi İsmail Ferruh Efendi  Astronomi, Fransızca, Süleyman Fehim Efendi Doğu ve Batı Edebiyatı tarihi,  Kethüdazâde Genel Felsefe ve Matematik, Şanizâde Tıb, Biyoloji vs. dersleri  vermekteydiler[47].
    Cevdet Paşa tarihinde bahsedilen bu zevatın  “Beşiktaş tarafından bir cemiyet-ı ilmiye ’  olmaları ve Lütfi Efendi yine bu zevatın toplantılarını “adeta bir cemiyet-i  ilmiye denmeğe seza idi” demesi sonraki yazarların bu “cemiyet imajım daha  ileriye götürmelerine sebep olmuştur. Ancak bugünkü anladığımız mânâda  “cemiyet” kelimesi, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, ilk olarak, 1845’te  kurulmuş olan “Meclis-i Muvakkat”ın hazırlamış olduğu tarihsiz bir raporda  görülmüştür[48]. Daha sonra, 11 Şubat  1851 tarihli Meclis-i Maarif-i Umûmiye raporunda Encümen-i Dâniş için  kullanılmıştır. Burada cemiyet tabirinden bir topluluk değil, ancak ”... ammeye ehemm-ü elzem olan kitapların bir an  akdem vücuda getirilmesi için eshâb-ı hüner ve maarifetten mürekkep bir  cemiyetin teşkiline lüzûm görünerek”[49] ibaresinde, ifade edilmek  istenenin bir tüzel kişilik olduğu anlaşılmaktadır. Böylece Türkiye’de  “Cemiyet” adı ile tanımlanan ilk İlmî kurulun Encümen-ı Dâniş olduğu ortaya  çıkmaktadır. Daha sonraları bu tarz bir çok  cemiyet kurulmuştur. Meselâ, Encümen-i Dâniş’ten sonra 1856’da Cemiyet-i  Tıbbıye-i Şahâne, 1861’de Cemiyet-i tlmiye-i Osmaniye, 1862’dc Cemiyet-i  Kitabet, ı864١te Cemiyet-i Tedrisiye-i îslâmiye, ı865”te Cemiyet-i  Tıbbiye-i Osmaniye, 1880’de Cemiyet-i Eczaciyan der Asitâne-i Aliye ve kısa bir  süre için Tercüme Cemiyeti kurulmuş olduğunu görüyoruz.Buradan da anlaşılacağı  üzere, Beşiktaş grubu, bahsolunan tarihlerde İstanbul kültür hayatında olmayan  bir müessesenin mevcut farz olunmasına ve daha sonra kurulmuş olan yukarıda  zikrettiğimiz cemiyetlere bir nevi temel sayılmasına vesile olmuştur.
    Bu konuda şimdiye kadar  yapılan en makul izah tarzı Beşiktaşlı ulemâ grubunun faaliyetlerinin bir nevi  “salon” şeklinde olanıdır [50]. 
    Aslında, bu grubun faaliyetleri biraz  değişik de olsa aynı dönemde yani 18. asrın sonları ve 19. asrın ortalarına kadar  devam eden ve konaklarda yapılan kültür ve eğitim faaliyetlerinden tamamen  farklı değildi. Ancak bazı yönlerden yaptıkları faaliyet ve beraberlikleri o  zamana kadar bu sahada rastlanmayan bir nevi tüzel kişilik görünümünün  yaratılmasına yol açmıştır. Bunun da Osmanlı kültür ve eğitim tarihi açısından  ehemmiyeti olduğu muhakkaktır. Dönemin kültür tarihini bütünüyle incelenip  açığa kavuşturulmasından sonra bu husus daha iyi anlaşılacaktır.
    Şimdiye kadar açıklığa kavuşmamış, medrese  ve Enderun’un dışında faaliyet gösteren, resmî olmayan eğitim ve kültür  merkezlerinin çok mühim fonksiyonları olduğunu daha önce belirtmiştik. Meselâ  Cevdet Paşa, 1845 yılında Çarşamba pazarında Şeyh Mehmed Murad’ın post-nişîni  olduğu tekke için adeta bir dârü'l-funûn idi demektedir [51]. Burada her türlü ilim ve maarif tahsil olunurken  aynı zamanda devrin ileri gelen rical ve zevatı toplanarak sohbetlerde bulunup  ders görürlerdi. Padişah Abdülmecid dahi, ramazanda bir gün iftarını burada  Şeyh Mehmed Murad’ın misafiri olarak yapmıştır [52].
    Bu konaklarda yapılan toplantılar arasında  geceleri bir araya gelerek politik mahiyette sohbetlerde bulunanlar da vardı.  Bu konaklarda ilim, eğitim, entellektüel ve kültürel faaliyetlerin dışında  günlük hadiseler ve siyasî meselelerin de görüşüldüğü söylenebilir[53].
    Beşiktaş civarında farklı  tarihlerde toplanmaya başlayan birbirine yakın yalılarda oturdukları üç  kaynakta da zikredilen bu grubun faaliyetlerine başladığı tarih kesin olarak  bilinmemektedir. Mevcut bilgileri    değerlendirerek grup mensuplarının bir araya ne zaman  geldiklerini tahmin etmek mümkündür. Beşiktaş grubuna  mensub hocaların konaklarının bulunduğu mevki Beşiktaş ile Ortaköy arasındadır.  Tedkik ettiğimiz dört Bostancıbaşı defterinde[54], Melekpaşazâde Abdülkadir Bey'in yalısı ile  Tarakçızâde (Şanizâde) Ata (ullah) Efendi’nin yalısı birbirine çok yakındır.  Bu iki yalı arasında Cağalzâde Ali Bey’in eniştesi Adullah Efendi’nin yalısı  bulunmaktadır. Mevki olarak ١'ahya  Efendi deresi ve iskelesi ile Ortaköy iskelesi arasındadır.
    Ferruh  Efendi’nin Ortaköy’de bir sahilhânesi olduğu  muhtelif kaynaklarda kayıtlıdır[55]. Grubun  toplantılarına Ferruh Efendi yalısında başladığım kabul eder isek, bu tarihin 1815’ten sonra olması icab eder. Zira  1815 tarihine kadar tutulmuş olan 4 adet Bostancıbaşı  defterinde rerruh Efendi yalısının kaydına  rastlanmamıştır. Bu da bize Ferruh  efendi’nin 1815’ten önce Ortaköy’de yalısı  bulunmadığını göstermektedir.
    Grubun başkanı sıfatında bulunan İsmail Ferruh Efendi[56]1797 senesinde sefaretle Londra’ya gitmiş ve üç yıl büyükelçilik göreviyle Londra’da  bulunmuş ve 1800 yılı sonlarına doğru  İstanbul’a dönmüştür [57].    
İkinci üyesi vak’anüvis tabib Şanizâde Ataullah Efendi Ortaköy’de doğmuş olup burada bir sahilhânesi (yalı) bulunmaktadır[58].
Diğer üyelerden Melekpaşazâde Abdulkadir  Bey ise sonradan Ortaköy'e gelip yerleşmiştir. Babası Melek Mehmed Paşa  sağlığında, 1795 senesinde Ortaköy’de bir yalı almış olup Abdülkadir Bey dahi o  surette Ortaköy'e gelmiştir. Bu yalı, babasının vefatından sonra kendisine  miras kalmıştır [59].
    Ferruh Efendi  yalısının Ortaköy'de olduğuna dair elimizdeki bütün kaynaklarda malumat vardır[60].  Beşiktaş sahilindeki bu yalılar devamlı el değiştirmekte, kiracılar, veya  vârislerinin adlarıyla anılmaktadır. 1815 bostancıbaşı defterinde, 1802 tarihli  deftere göre ayni bölgede daha fazla konak bulunmaktadır. Bu tarihler arasında  yeni yalıların İnşa edildiği veya yıkılıp yerine saray yapıldığı  anlaşılmaktadır.     
    Kaynaklardan elde ettiğimiz  bilgilere göre grub, Ferruh Efendi’nin yalısında haftanın  muhtelif günlerinde toplanmaktadır[61].  Toplantıların Şanizâde’nin yalısında  yapıldığını ifade eden Mahmud Cevad Bey  “Cevdet Paşa ekseriya Ferruh Efendi’nin  Ortaköy’de vaki sahilhânesinde içtima ederlermiş diyor ise  de Cemiyet-i mezkûre azasından olan büyük pederimin [62]  rivayetine göre Ortaköy’de Feriyye saraylarının doğan (doğu)  ciheti nihayetindeki karakolhâne mahali Ferruh Efendi sahilhânesi  olmayıp Şanizâde merhumun yalısı imiş” demektedir[63].  Ancak Menakıb’ta,[64] Cevdet Paşa’da ve Lütfı Efendi[65]’de  toplantıların Ferruh Efendi’nin yalısında  olduğu açıkça belirtilmiştir. Aynı zamanda bu grubun üyelerinin 1826’da sürgüne gönderilmesinden sonra da  faaliyetlerine devam ederek yine Ferruh Efendi yalısında toplandıklarına dâir  elimizde bilgiler mevcuttur[66].
Daha önce zikrettiğimiz Kethüdazâde Mehmed Arif Efendi ise aynı tarihlerde babasıyla birlikte Beşiktaş’ta oturmaktadır. Evlendikten sonra Uzuncaova’daki konağına yerleştiği ihtimali büyüktür. Zira 1815 tarihinde tutulan Bostancıbaşı defterinde Kethüdazâde Hafız Sadık Efendi’nin yalısının kaydına rastlanmış iken, Kethüdazâde’nin yalısı zikredilmemiştir[67]. Bu tarihten sonra II. Mahmud, Kethüdazâde’ye Arap iskelesi (Beşiktaş iskelesinin olduğu yer) yakınında bir ev hediye etmiştir[68].
Beşiktaş’ın Ortaköy’deki yalılara çok yakın  olması, ve Kethüdazâde nin bu şahıslarla sık sık görüşmesi ve Cevdet  Tarihi’ndeki “o zamanın meşahir-i felâsife-i islâmiyeden olan Beşiktaşlı  Kethüdazâde Efendi dahi haftada iki gün meclise devam ile gerek Felsefiyât’a,  gerekse Edebiyât’a dâir olan mubahasatta bulunurmuş”[69]  ibaresinden, Kethüdazâde hocanın da bu gruba katıldığı anlaşılmaktadır.
    Bu grubu oluşturan üyelerin biyografileri  detaylı bir şekilde incelendiğinde, bir araya ne zaman geldikleri ve  faaliyetlerine ne zaman başladıkları hususunda bir takım ip uçları ve bilgiler elde edilebilir.
    Bu grubu oluşturan şahısların yetişme  şekilleri tahsil hayatları ve yaptıkları İlmî çalışmalara bakacak olursak,  aralarında şu ortak özelliklerin olduğunu görebiliriz:
    İsmail Ferruh Efendi haricinde diğer bütün  üyelerin, medreseden mezun, ve tahsillerini devam ettirerek aklî ve naklî ilimlerde söz sahibi oldukları bilinmektedir.  Ferruh Efendi’nin tahsil hayatı bilinmemekle beraber çok iyi bir tahsil gördüğü  hem resmî görevlerinden, hem de tercüme ettiği Tefsir-i  mevakıb’tan anlaşılmaktadır. Süvari mukabelecisi iken Londra sefiri olmuş ve  daha sonra Şıkk-ı sâlis defterdarlığına kadar yükselmiştir.
İsmail Ferruh Efendi 1797 tarihinde Londra’ya sefaretle gittiğinde, İstanbul’daki İngiliz sefiri Spencer Smith’in İngiliz Hariciye Bakanı Lord Grenwill’e yazdığı resmî yazıda, Ferruh Efendi’nin Özü’lü (Kırım’da) muteber bir tüccarın oğlu olup, ticaret tahsili gördüğü, daha sonra İstanbul’a gelip resmî vazife aldığı ve çok zengin olduğu, ecnebilerle yakın dostluk kurduğu ve Avrupa diplomasisini diğer bürokratlara göre daha iyi bildiği kaydedilmektedir[70].
Bu dört şahsiyetin Avrupalılarla t mas kurdukları ve tanıştıkları  Avrupalılara tesir ettikleri gözden uzak tutulmamalıdır.
    Ferruh Efendi Londra  sefareti sırasında bir çok önemli zevatla ilişki kurmuştur[71].  Umumiyetle bunlar diplomasi mesleğinin icabı olmasına rağmen onun gibi  kültürlü ve entellektüel bir adamın Londra’da ayrıca entellektüel ilişkileri de  olduğu düşünülebilir.
    Şanizâde, iki batı dilini  (Fransızca, İtalyanca) konuşan ve o dillerden tercüme yapabilen bir zattı.  Şüphesiz, o zamanda bu özelliklere sahip çok az âlim vardı. 1814 yılında  İstanbul’a gelen Polonyalı arkeolog Kont Edward Raczynski (1786-1845),  görüştüğü Şanizâde için “İstanbul’da babası (dedesi) tarakçılık yapan ve şimdi  önemli bir mevkide bulunan birisiyle tanıştım. Kendisi İstanbul’da bilgili bir  insan sayılıyordu. Akıcı bir Fransızca’sı vardı, ismi “Tarakçının oğlu” manasına gelen Şanizâde idi. Dedelerinden  bahsederken filozof edasıyla hiç de aşağılatın bulmadığı soyadını bildirdi”  demektedir[72].
    Yine aynı seyyah, Melekpaşazâde ile de  tanışmış ve Osmanlı tarihi ve edebiyatına dâir hemşehrisi Axak’in tercümanlığı  vasıtasıyla sohbette bulunmuşlardır. Raczynski, Axak tarafından tanıştırıldığı  önemli bir kaç Türk dostu için “sonunda bunlardan nüktedan ve açık fikirli bir  ikisiyle dostluk kurmaya giriştim” demekte ve Abdülkadir Bey’le geçen  görüşmesini aktarmaktadır[73].    
Sonraları, Meclis-i vâlâ-i ahkâm-ı adliye azası hatta Reisü’l-ülemâ olan Melekpaşazâde, tarihçi Hammer’in de yakın dostuydu. Hammer Melekpaşazâde için “L’un des oulemas les plus érudits de l’empire Ture” yani Osmanlı İmparatorluğunda devrin en büyük alimlerinden biriydi demektedir[74]. Ancak Cevdet Paşa, tarihinde onun İlmî kudretinin az olduğundan bahseder [75].
    Kethüdazâde, medreseden  mezun oldukta sonra devrin ileri gelen  âlimlerinden ayrı ayrı ders görmüş İslâm felsefesiyle uğraşmış her konuda ders verebilecek vukufta, ileri  fikirli bir âlimdi. Birçok millete  mensup kimselerle arkadaş olmuş bir zattı. Tahsil  hayatı oldukça yoğun geçmiştir. Tahsile küçük yaşta babasının hocalığında başlamış, medrese yanında devrin ulemâsından da  ders almıştır. 1210 (1795)  tarihinde imtihanla müderris olmuştur. Ancak  bununla kalmayarak tahsiline konaklarda devam etmiştir  [76]. 
Kethüdazâde daha medresede iken Gelenbevî İsmail Efendi’den Riyaziyât ve şâir fıinûn dersleri almıştır[77]. Müderris olduktan sonra Palabıyık Mehmed Efendi’den [78]Heyet (Astronomi) dersleri almıştır. Bu arada Hoca Neşet Efendi’den Farsça Saib-i Tebrizî Divanını okumuştur[79]. Fatih dersiâmlarından Tırnovalı Müftizâde Abdurrahim Efendi’den 1812’de vefat edinceye kadar resmi tahsilde okutulan kütüb-ı mürettebatı Akaid-i Celâl’e kadar okumuştur. Kalan dersleri Milas’lı Müftizâde Abdurrahim Efendi’den tamamlayarak icazet almıştır[80]. Bunlardan başka, Vakanüvis Ahmed Asım Efendi, Ayvansarayî Münzevî Afif Salih Efendi, Reisül-müneccimin Rakım Efendi, Biraderzâde Hafidi Sakıb Efendi, Kadızâde Mehmed Efendi, Laz Mehmed Efendi ve Bulgari İsmail Efendi’lerden başka başka ilimlerde ders görmüş ve böylece yetişmiştir[81].
Bir “kuruluş” olarak böyle bir “Cemiyet”  var olmamakla beraber bu entellektüel grubu oluşturan ve “Cemiyet”in  idarecileri oldukları ileri sürülen şahıslar arasında müşterek bir hususun var  olduğu muhakkaktır. Bu ulemâ grubunun İslâm kültürünü çok iyi bilmekle beraber,  o zaman medreselerde eğitimi ihmal edildiği ileri sürülen felsefe ve matematik  gibi ilimlerin tahsilini yapmış, Batı kültürüne ve Batı’dan gelecek yeniliklere  açık şahsiyetler oldukları anlaşılmaktadır.
    Bu şahısların, yeni ilim ve fikirlerden elde ettikleri  kadarının İslâmiyetle ve kendi kültürleriyle bağdaşması hususunda,  endişelerinin olmadığını söyleyebiliriz. Bu grubun  oluşmasında yeni kurulan mekteplerin ve mühendishânelerin geniş tesiri olduğu  görülmektedir. Şanizâde gibi bir  ansiklopedistin doğmasına bu tesirin katkısı açıkça görülmektedir.
    Kethüdazâde gibi bir ilim adamının  matematik dersi veren ulemâdan gördüğü dersler yanında Osmanlı matematiğinde  klasikten moderne geçiş halkasını oluşturan Gelenbevî hocadan ders görmesi,  onun tesiriyle Hendesehâne’ye derse gitmesi, bu tesire başka bir örnektir.
    Avrupa’dan bazı kültür tesirlerinin İstanbul’da yaşayan  gayri müslim teb’aların katkısıyla[82] olduğu da gözden uzak  tutulmamalıdır. Rumlar ve daha az ölçüde Ermeniler’in batı kültürünü yakından  tanıma imkanları vardı. Bunlar arasındaki zengin ailelerde uzun müddet için  çocuklarını İtalyan Üniversiteleri ve bilhassa  Padua’ya eğitime gönderme geleneği vardı[83].
    Böylece bunların gerek lisan bilgisi, gerek zihniyetleri  bakımından zamanın yeni Batı fikirlerine açık olmaları tabii idi. Avrupa’da  okuyan gayri müslim aile çocuklarının tesiri sınırlı dahi olsa ilişkide  bulundukları şahıslara bu hususlarda haber aktarmaları hiç te uzak bir ihtimal  değildi. Meselâ Kethüdazâde’nin Frenk mekteplerinde okutulan dersler hakkındaki  fikri[84]bu etkilenmeye bir örnek olarak görülebilir.
    Kehüdazâde’nin, Batı’da, İslâm kültürü  üzerinde yapılan çalışmalardan da haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Menakıb’ta Endülüs,  Mısır ve İstanbul gibi İslâm kültürünün baş merkezlerinin kültür faaliyetlerine  işaret edildikten sonra İslâm kültürünün yüceliğinin Batı tarafından da kabul  edildiğini, Gazâlînin Ihyay-ı Ulûmi’d-dîn adlı    kitabının Almancava tercüme edilerek, altı  defa basıldığını [85] ve Batı’da başta Kuran-ı Kerim olmak üzere  İslâmiyet’e ait eserlerin tercüme edildiğini  bize aktarmaktadır.
    Modernleşmeye ve gelişmeye karşı açık tavır içinde olduğu her  vesile ile karşımıza çıkan Kethüdazâde genelde liberal hareket etmektedir. Bu tavırlar arasında kiliseye gitmesi, burada sarığı  ve cübbesiyle oturması, frenklerle ahbaplık  etmesi[86], yine baloya gitmesi[87],  Frenk mekteplerinde okutaları derslerin mahiyetini bilmesi  sayılabilir[88]. Avrupa hayat şekli hakkında da bilgisi olduğunu şu satırlardan  anlıyoruz: “1252/1836 tarihlerinde  Beşiktaş’ta Maçka’da yıkılıp yerine Tüfenk anbarı yapılan Mekteb-i Harbiye’de  köpek arabası icad ettiler. Beşikta pazarında arabayı köpeklere çektirip sebze  ve eşyayı arabaya koyup mektebe götürürler idi. Hoca Efendimiz’in evinin önünde  ekmek verdikleri köpeği de aldılar mektebe götürdüler, efendim bu köpek arabası Frengistan’da vardır amma bu köpekler başka soydur, bizim  köpeklerin cinsinden değildir. Bu bizim fukara köpekler ona tahammül edemezler,  o iş için yaradılmış değildir”. Kethüdazâde,  daha sonra köpek arabasını lağvettirir [89].    
Kethüdazâde’nin Batıhları takdir ettiğini ve bazı mukayeseler yaptığını görürüz. “Hoca Efendi, ben, bizim münasebetsiz işlerimiz için gâvurlardan utanırım; bizimkileri kaydetmem, bizimkiler bilmezler anlamazlar. Biz gâvurları birşey bilmez sanırız onlar umur-ı dünyadan her şeyi bilirler” [90]derken, bunun yanında Batı ile münasebetlerde belli bir sınır çizmiştir. Bu sınır hakkındaki fikrini, kendisiyle devlet ricâli arasında vuku bulan bir tartışmadan anlayabiliriz. Bu tartışmaya giren devlet adamlarının kim olduklarını bilmemekteyiz. Ancak Kethüdazâde, tartışmada açıkça, bazı devlet adamlarının “irtikap, ihânet ve hıyanet” içinde olduklarını ve devletin başkasını düşünmeyip kendilerini düşündüklerini, bunun “akılsızlık, hainlik” olduğunu ve devleti çökerteceğini söylemektedir. Bu devlet ricâli arasında, Avrupa’da bir çok küçük devletin var olduğunu bu küçük devletlerin büyük devletlerle iyi geçinebildiğini, Osmanlı Devleti'nin de onlar gibi Avrupa ile geçinebileceğini ileri sürenlere, diğer bir ifadeyle Avrupa’ya tolal entegrasyon fikrinde olanlara karşı tez olarak Kethüdazâde şu fikirlerini ileri sürmektedir: “Bize onların gidişi uymaz” diyerek Osmanlı Devleti ile Avrupa arasındaki en önemli farkın “Din” olduğunu belirtmiştir. Avrupa tarzı giyim-kuşam, mimari, bina ve sair hususta özenmelerin tamamen kaldırılması, giyim-kuşamın, binaların mimari tarzının, sosyal hayat şeklinin kendine has olmasını, gereksiz harcamaların tasarruf edilerek Devlet kaynaklarının tamamen güçlü kara ve deniz orduları ve onlar için gerekli bütün levazımât ve ihtiyaçların karşılanmasına sarfedilmesı gerektiğini belirtmiştir. Başka türlü, gerek Osmanlı Devleti’nin, gerek tebaasının kurtulamayacağını, tarihten Abbasi Devleti’nin çöküşünü örnek olarak göstererek açıklamış ve şöyle devam etmiştir: “Bizim bu gidişimiz Devlet-i Abbasiyenin gidişine benzer. Zira onlar devletlerinin iradını levazımât-ı seferiye’ye sarf etmeyip, telezzüzat-ı nefsariyelerine sarf ettiler”. Böyle gaflet içinde olmaları neticesinde devletin ve hükümdarın düştüğü durumu açıklayarak Hülâgu Han’ın Abbasi Devleti’ni yıktığı gibi, ders alınmazsa, Rusya’nın da Osmanlı Devleti’ni aynı şekilde yıkabileceğim söylemektedir[91].
    Kethüdazâde, Avrupa’dan bu  tür özenmelerin alınmasına karşı çıkarken, harp sanayi ve  sair faydalı teknik ve ilimlerin alınmasını tasvib etmektedir [92].
    Batı  kültürünü değişik yönleriyle tanıma imkânı bulan ve Avrupa dillerinden  Fransızca’ya belirli bir ölçüde aşina[93]olduğunu  bildiğimiz Kethüdazâde ayrıca, yabancı lisanın önemini kavrayarak talebelere  öğretilmesini ve bundan büyük faydalar sağlanacağını, “Fünûn-ı harbiye ve  Sanayi-i nariye”den bazı şeyleri onların telifatlarının içinde görmek, bilmek  için Fransızca’yı öğrenmenin ehl-i hünere  vazife olduğunu[94] söylemekle beraber bu  işin dikkatli yapılmasını ve talebelerin yabancı kültürün etkisi altına  girmemesinin temin edilmesini istemektedir.
“Bizim muradımız evlad ve ahfadımıza sanâyi kabilinden olarak elsine- i ecnebiyeyi öğretmektir. Yoksa ayin-i nasraniyeyi öğretmek değildir. Zira lüzumu yoktur. Hurufat ve kavaid ve terkibini beyan eden kitaplar okutturmalı zira hiç bir millet yoktur ki kendi ilm-i hâlini okumadan elsine-i
ecnebiyeyi okusun. Çünkü  okuturlarsa o çocuklar kendi milletinden  çıkar, o okuduklar, lisanın  kavminden olurla''[95] demektedir.
    Genç nesillerin yabancı, kültürünün etkisinde kalmaması  için önce kendi dinlerini öğrenmeli diyen Kethüdazade, İslâm dinini “hem dünyânın  hükümet ve idaresi ve muamelat-ı cariyesi hem de umur-ı uhreviya ve ulviyyesi  vardır, mükemmelidir” [96] şeklinde görüşlerini bildirmektedir.
    Batida gelişen mekanik ilmi hakkında da bilgisi olan Kethüdazadenin bu ilim karışısında  çok ilgi çekici bir tesbiti vardır. Bu husustaki görüşleri oldukça önemlidir. Çünkü, o  zamana kadar başka Türk ilim adamında rastlamadığımız bazı mukayeseleri  Kethüdazade'de bulmaktayız.
    Nitekim “Cerr-İ eskal”  (Mekanik) demek ağırlıkları çekmek ve çekici mânâsındadır. Cerr-İ eskal ilmi  bir İlm-i mahsustur bu kadar bin yıl evveli hükemâ teli('etmişler kitaplar  yazmışlar öyle durur idi. Sonra ('renkler bu kitaplarla iştigal edip bu ilmi ilerlettiler,  ne kadar fabrikalar, vapurlar, makineler, çarklar, dolaplar varsa hep bu ilimle  olur” [97] şeklinde bilgisini özetleyen  Kethüdazade Batı'da bu ilme karşı olan tavır ile Osmanlı Devleti’ndeki tavır  arasındaki farkı şu şekilde özetlemektedir:
    “Frenkler hem ilmini okurlar hem ameliyatım icra ve tecrübe ederler, devletleri  eshab-i tecrübeye yardim ederler”, onun  kanaatine göre Bati devletleri boşuna paralarım sarf etmezler “ameliyatı  tccrübe-i alat ile olur, alat para ile olur bizde ilmi  okunsa da ameliyatının İcrası kalır  oralarım kimse vazife edinmez bizde eshab-ı menasıb parayı almaya alışıktır,  vermeye alışık değildir. Böyle iyi şeyleri  iptida büyüklerimiz (pâdişâhımız) [98] tutmalı  alt tarafı dahi ona bakarlar. Frengistan öyle ilerledi”, demektedir.
Burada Kethüdazade'de, çağdaşı olan veya daha sonra nesillere mensub devlet ve fikir adamlarından farklı olarak batı bilim ve teknolojisi karşısında yeni bir fikir görüyoruz, o da, bilim’in okutulması, tatbikatının yapılmasından başka, “tecrübe” denilen yeniliklerin icad edilmesi ve bu yenilikleri yapmak isteyenlere devletin destek olması gerektiğine İşaret etmesidir.
Kethudazâde, İngilizce'den Türkçe'ye  coğrafya kitabi tercüme eden bir papazin eserine yazdığı takrizde. Coğrafya  ilminin faydalarım ve Sultan II. Mahmud'un bu ilme verdiği önemi anlatmaktadır,  Kethüdazade şöyle diyor: “Mevad-i askeriyye'ye kemal-ı dikkat ve umûr-1  harbiyye'ye dair fünûna rağbet buyurmalarıyla nice mektepler İnşasına himmet-i  şahaneleri mebzul ve bu fenler nezd-i daveride makbul olmağla fenni coğrafya  kim zabitan-i askeriyyede ve ricali devlete ehemm-ü elzem bir ilm- i  celilü'ş-şan olduğu cümle indinde müsellemdir.” Coğrafya ilmini teşvik  maksadıyla Amerikalı bir Coğrafyacının telif ve tersim ettiği bu atlas, Osmanlı  İmparatorluğunun üç kıtada idaresi altında bulunan eyaletleri ve yerleri ihtiva  etmektedir.
    Kethudazade'nin yeni nizam hakkındaki  düşüncelerini burada belirtmişti ve bunu tasvib etmesi onun yenilik taraftan  bir kişiliği olduğunu bize açıkça göstermektedir. Menakib'ında da yeniçeri  ocağının kaldırılmasından sonra nizam askeri için okullar açılmasının  görüşüldüğü toplantıya katılması da bu düşüncemizi teyid etmektedir [99]. 
 Beşiktaşlı ulema grubunun yetiştirdiği  talebeler konusuna gelince, elimizdeki kaynaldardan, bu grubun belli başlı  isimleri arasında, Ferruh Efendinin "terbiye kerdesi” olan şair Fehim  Efendi [100]bilinmektedir. Kethüdazade’nin ise  birçok talebe yetiştirdiği, menakıbından istihraç edilerek İsmail Hakki Uzunçarşılı tarafından ortaya konmuştur  [101]Bunlar arasında Tevhid Efendi [102], Çerkeşli Memed Rafi Efendi [103], Muzıkay-ı hümayun Farsça hocası  Emin Efendi [104], Mur- ad Molla Şeyhi [105] sonradan Müşirliğe kadar yükselen  Nusret Efendi (Paşa) [106] Tersane mektupçusu Ali Said Efendi [107], ayrıca müneccim başı İbrahim Edhem Efendi,  Tersane muhasebecisi Dede İsmail Efendi, şair  Safvet Efendi sonradan vezir olan Kabuli Mehmed Paşa ve sadrazam Yusuf Kamil  Paşa, sadrazam Mithat Paşa ve Hacegan Süleyman Ruhi Efendi sayılabilir.
    Bazı  çalışmalarda bu isimler “Cemiyet”in yetiştirdiği talebeler olarak  gösterilmektedir [108].
    Bu araştırmanın belirli bir noktasında Beşiktaşlı bir grup  alimin bugünkü mânâda bir “timi Cemiyet”  kurmadıklarım ileri sürmüş bulunuyoruz.  Bununla beraber, bu grup şeklen ve hukuken ''Cemiyet'' teşkil etmediği halde,  aralarında belirli bir İlmî ve entelektüel beraberliğin bulunduğu grup  üyelerinin, müşterek vasıflara haiz olmaları ötesinde, müştereken hareket  ettiklerini söyleyebiliriz.
    Üzerinde onemle durduğumuz Beşiktaş Grubu her şeyden evvel  o zamana kadar bilinen konaklarda sürdürülen eğitim ve kültür faaliyetlerinden  farklı yönleri bulunduğu muhakkaktır. Dönemin  birden fazla, ülemâsının bir araya gelip ders vermesi ve bu şâhısların  umumiyetle aydın, ileri görüşlü, tabiî ve riyazi ilimlere yatkın hatta bati  düşüncesiyle tanışmış kimseler olması İddiamızı doğrular niteliktedir.
    İşte bu grubun üyelerinin bir yerde toplanıp ücretsiz ders  vermeleri, İlmî politik ve edebî sohbetlerde bulunmaları, ayni dönemdeki diğer  mahfelerden ayrılarak daha özel bir mahiyet kazandığını bize göstermektedir. Bu  ilim adamları grubu arasında bir nevi beraberlik  olduğunu ispatlayan çok açık deliller vardır.
    Grubun mutad harcamalarının harifane olarak  diğer bir ifadeyle, dostça [109]arkadaşça,  herkesin kendi gücü kadar bir ödeme yaparak, karşılanması, azalardan herhangi  biri bir vazife ile taşraya çıkacak olsa yine hissesine  düşen miktar, muntazaman  göndermesi [110] bize bu grup azalar, arasındaki ‘'beraberliğin” ve “müşterek  hareketin” bu teşkilat zihniyetinin varlığından doğduğunu ve bunun Osmanlı  devletindeki ilk uygulama  olabileceğini göstermektedir. Ferruh Efendi nin üçyıllık Londra  sefareti sırasında edinmiş olduğu intihalarının da böyle bir grubun teşkilinde  etkisinin olabileceğini bize, ister istemez düşündürmektedir.
    Yukarıda bahsettiklerimizin yanında. Yeniçeri vakasında Bektaşilerin nefyi şırasında Ferruh Efendi, Şanîzâde, Melekpaşazade,  Kethüdazâ nin birlikte nefyedilmek istenmesi ve hepsinin Bektaşîlikle itham  edilmesi [111] de onların bazı resmi makamlar tarafından tek bir “Grup” olarak  .görüldüğünü de göstermektedir.    
    Bu hususta Cevdet Paşa'nın naklettiği  bilgiler konuyu aydınlatıcı mahiyettedir. Buna göre  1826 Temmuz'unda Bektaşi tekkelerinin kapatılması ve Bektaşilik yoluna sapanların cezalandırılması hususunda sarayda  toplanan mecliste, alman kararlar arasında  bu tür kimselerin bir daha İstanbul'a  dönmemek üzere sürgüne gönderilmesi cezası da var idi. İşte bu şekilde cezalandırılanlar arasında Şeyhülislam  Mekkizâde'nin damadı Sudûrdan Murad Efcndizade Arif Efendi de vardı [112]. Cevdet Paşa, bu  şekilde sürgüne gönderilenlerden bahsederken Beşiktaş Grubu hakkında  söylediği sözler düşündürücüdür. Zira bu grup  İçin “Gariptir ki -niçin bu yolda itham edildikleri anlaşılamamış- bu sırada Anadolu payelilerinden Melekpaşazade  Abdulkadir Bey, Mekke-i Mükerreme payelilerinden Vakanüvis-i Sabık Şanizâde  Mehmed Ataullah ve Şıkk-ı Salis Defterdarı meşhur İsmail  Ferruh Efendi dahi Bektaşîlikle itham olunarak birer mahalle nefyedildiler”.  Bursa'ya nefyedilen Ferruh Efendi yazmakta olduğu  Tefsir-i Mevakıbı tamamlamak üzere menfası Kadıköyü’ne tahvil olundu. Yine  Cevdet Paşa bu zatlar İçin “Bektaşîlikle hiç taalluk ve münasebetleri yok idi [113]hatta  Bektaşilere dair Saray-I hümâyûn Câmi-i şerifinde akd olunan meclis-i meşverette Abdülkadir Bey Bektaşiler  aleyhinde atıp tutmuş ve o kadar ileri gitmiş idi  ki bayağı keramet-i evliyayı inkar  mertebesine varmış idi” diyerek şöyle devam  etmiştir. Bu “Abdülkadir Bey ashab-ı ilm ve fazıldan değil ise de ashab-ı malumattan  muhibb-i ulûm ve maarif olan zevattan idi. Fakat  mezhebi meşrebinden geniş laubali bir adam idi. Binaenaleyh  ana tabiî, dehri dense yakışık alırdı amma  Bektaşilik efkarından pek uzak idi”. Yine Ferruh Efendi  için Cevdet Paşa “Londra’da sefirlik  etmiş, ecanib nazarında dahi gayet makbul ve  muteber bir zat-ı nadirü'l-sıfat idi. Böyle  ma'muru'l-cevanib bir adamı Bektaşilik ile itham  eylemek nekadar insafsızlıktır” demektedir[114].     
    Cevdet Paşa, Şanizade için ise ulûm-1 riyaziye ve tabiiyede mahir ve İlm-i tıbta emsali nadir,  zatıyla iftihar olunur bir zat-1 memduhü'l-measir olup Bektaşilik efkarından  pek baid idi[115]şeklinde bir açıklama yaptıktan sonra. Hekimbaşı olur diye,  korkusundan Mustafa Behçet Efendinin onu istirkap edip önce azlettirmiş daha  sonra da nefyini de istemiştir. Kethudazade  Mehmed Arif Efendi de Şanizade gibi aynı  şekilde itham edilmiştir. Yukarıda  bahsettiğimiz meşveret meclisinde bulunan Kurt Abdullah Hoca “Kethüdazade Bektaşidir,  mezhebsizdi, Şanizade'yi nefyettiğimiz gibi ani da nefyedelim” demiş ayrıca  “dini düzelteceğiz diye bağırır imiş”. Ancak  bu mecliste bulunan ve daha sonra Anadolu'yu teftişe memur kılınmış bir çok  resmi vazifeler yanında kadılıklar yapmış Çerkeşli Mehmed Efendinin  müdafaasıyla sürülmekten kurtulmuştur. Çerkeşli Mehmed Efendi “adam, utanın  hepinizin hocasıdır. Ben de kendisinden okudum, bilirim mezhebi itikadı pak bir adamdır” diyerek meclistekileri ikna  etmiştir[116]. 
    Hadiselerin seyri ve yeni bulduğumuz bir vesika bunların  Bektaşîlikle ilgisi olmadığını ortaya koymaktadır [117].Bu  belgede Şeyhülislam Kadizade Mehmed Tahir  Efendi'nin Melekpaşazade Abdulkadir Efendi ile yine ulemadan Murad Efendizade  Bursa Kadısı Mehmed Arif için Sadarete yazmış olduğu  resmi bir yazıda bu iki kişinin “umûr-ı diniyelerinde mubalat etmeyerek rafz ve  ilhad eshabiyla ülfet ve ihtilat ve bu misullü mezaheb-i fasideye temayül  eylemiş oldukları” nı belirterek neftleri İçin hüküm çıkarılmasını istediği  görülmektedir.
    Şeyhülislam tarafından  yazılan belgede Bektaşilik suçu zikredilmediği halde bu  iki kişi ile ilgili çıkan hükümde “Zamane Bektaşîliği yoluna saptıkları”na  dâir bir ibare bulunmaktadır. Bu işaretin Şeyhülislâm’ın yazısında olmaması ve  sonradan konulması, siyasî bir suçlama olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu tür  hükümlerin o tarihte Bektaşilik’le ilgisi olsun veya olmasın nefyedilenler  hakkında, hükümlerin aynı ibarelerle tanzim edildiği de gözden uzak  tutulmamalıdır.
    Şanizâde’nin sürgüne gönderildikten iki ay sonra itlakına  dâir fermanın gelmesi[118], Ferruh Efendi’nin menfasının, Kadıköy’e  tahvil edilmesi, Melekpaşazâde’nin bir yıl sonra 1243/1827’de İstanbul  Kadılığı’na getirilmesi[119] bunların Bektaşilik’le alâkaları  olmadığına bir işarettir. Melekpaşazâde’nin 1244/1828’de Anadolu payesi almış  olması I250/ 1834’de Anadolu Kazaskeri ve 1257/ 1841  ’de Meclis-i Vâlâ Aza’lığına getirilmesi gözden uzak tutulmamalıdır. Hatta bu  göreve tayininde “Kavanin-i Şeriyye icabınca bazı dirayetkâr zevatın Meclis-i  Vâlâ-ı Ahkâm-ı Adliye’ye memur tayin kılınmaları  lazımeden ve umur-ı idare-i cenab-ı  cihanbanî muktezay-ı cehlinden olduğuna ve sudûr-ı kiramdan Melekpaşazâde  faziletlü Kadri Bey” [120]şeklinde kullanılan bir ifadeden ve böyle  bir vazifeye layık görülmesinden Bektaşilik’le ilgisi olmadığı açıkça  görülmektedir.
    Sözü edilen bu zevatın dostlan arasında  Bektaşi şeyhlerinin bulunması, meselâ Rumelihisârı şehitlik tekkesi Şeyhi  Mahmud Baba gibi, bunların Bektaşi olduğunu göstermez[121].    
19. asrın başlarında, bilhassa 1820’lerde imparatorlukta görülen kargaşa ve istikrarsızlık ortamı içinde Sultan II. Mahmud bir takım tedbirler almıştır. Kethüdazâde’nin Beşiktaş’ta görüştüğü zatlardan bazılarının gece toplanarak politik tartışmalarda bulunmaları bu kargaşa ortamına iyi bir örnektir. “O vakit sultan Mahmud’a bazı adâ Efendim Beşiktaş’ın söz-anlarları geceleri bir yerde toplanıyorlar da devletçe kelâmlar ediyorlar derler. Sultan Mahmud zarif Padişah anlar kimlerdir isimlerini yazın bana getirin der. Yazarlar getirirler bakar ki içlerinde Recai Efendi’de var şunu gördünüz mü? der eğer içlerinde olmayaydı ne deseniz inanırdım lâkin bu adam kendisini bilir adamdır anın meclisinde münasebetsiz lakırdı ve yolsuz birşey olmaz der. Bu keyfiyeti gece toplananlar duyarlar artık toplanmazlar dağılırlar. Hoca Efendimize gece bunların içinde bulunmaz zira Hoca Efendimizin adeti gece başka yerlerde kalmaz, merakim vardır evi bırakamam buyururlardı bu zevat ile gündüz görüşürlerdi" [122]. Bu arada devlete karşı harekette bulundukları zannıyla bu grubun mensuplarına karşı padişahın böyle bir tutum almış olması da muhtemeldir.
  Bütün bunlar, Cevdet Paşa'nın ve diğer kaynakların bu  zevatın kesinlikle Bektaşilik’le ilgisi olmadığı şeklindeki görüşünü  desteklemektedir.
  Netice olarak, incelediğimiz bu dönemde,  Osmanlı Eğitim sisteminin temelini teşkil eden Medrese ve Enderin Mektebi yanında  ve onun tamamlayıcısı niteliğinde bir sistemin daha mevcudiyeti ortaya  çıkmıştır. Bu sistemin, câmî, tekke ve zaviyeler de olduğu kadar bazı  zenginlerin, devlet ve ilim adamlarının konaklarında sürdürülen eğitim ve kültür faaliyetleri olduğunu söyleyebiliriz.
  Bu meyanda, İstanbul'da Beşiktaş semtinde, devrin ileri gelen  dört ilim adamının kendi aralarında oluşturdukları entelektüel grub, hem klasik  İslâm kültürüyle hem de yeni Bati kültürüyle  tanışma imkânı bulmuş olduğundan, bu devirde  önemli rol oynamıştır.
  Ancak bu grub hakkında yaratılan İlmî  cemiyet İmajının yanlış olduğunu ve bu imaj etrafında kurulan temeli olmayan  bir takım fikirler, hükümler ve fantezilerin varlığının devrin sarihçe  anlaşılmasını engellediğini belirtmekte yarar görüyoruz.
  Denilebilir ki,  Beşiktaşlı bu ulemâ grubu, İslâm-Batı arasında din dışı konularda uyuşmanın  mümkün olduğuna, din konularında ise müsamahaya dayalı bir anlayışın  kurulabileceğine, fen, bilim ve insanin günlük hayatını daha kolaylaştırıcı bir  takım Batı tekniklerinin kabul edilebileceğine inanmaktaydı.
  II. Mahmud, başlattığı köklü reformlar  arasında, Osmanlı geleneği içerisinde o zamana kadar sürdürülen eğitim  sistemini ıslah etme yerine Bati tarzı yeni eğitim müesseselerini kurmayı  tercih etmiştir. Böylece birbirinden farklı iki ayrı  felsefe ve dünya görüşüne dayalı sistem ortaya çıkmıştır. Bu sistemler önceleri  yanyana bulunurken ileride karşı karşıya gelmek durumunda kalmışlardır.
  Tanzimat öncesi İslâm'a  dayalı Osmanlı kültürünü. Bati bilim ve medeniyeti  ile bir çok sahada telif etmeye çalışan ve modern bilimin İslâm dinine ters düşmediğini, hatta bir çok yönüyle  bağdaşabileceğine inanan bu grup ulemânın temsil ettiği düşünce tarzı Batı’yı  aynen kabul veya reddeden iki zıt cereyan dışında ayrı bir fikri cereyan olarak  ele alınmalıdır. Bu cereyanın ilk temsilcilerinden birinin Erzurum’lu İbrahim  Hakkı (1730- 1780) olduğu muhakkaktır.
Muhalifler tarafından “umûr-ı diniyelerinde mübalât etmeyerek rafz ve ilhad esbabıyla ülfet ve ihtilat ve bu müsüllü mezahib-i fasideye temayül eylemek” ile suçlanan bu ulemanın uzlaştırıcı felsefeleri o devirde destek görmüş olsa idi, belki de bir iki nesil sonra 1848’de Tıbbiye’de “Eh! Monsieur, ce n'est pas au Galata Sérai qu’il faut venir chercher la religion”[123]diğer bir ifadeyle, dini arıyorsanız Galata Sarayı’nda bulunmaz diyen ve mensup olduğu toplumun kültürünü oluşturan temel unsurları reddeden, sosyal muhiti ile yabancılaşan aydın tipi yerine farklı bir aydın tipi doğar ve toplumda bu tip aydınların daha büyük ağırlık ve tesirleri olurdu.
