Giriş
I. Dünya Savaşı’nda zafer elde etmesine rağmen bu savaştan bir hayli yıpranmış ve ekonomisi bozulmuş olarak çıkan İngiltere, savaşın ardından yepyeni sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Dört yıl süren savaşın ardından ülkede artan enflasyon, işsizlik ve İngiltere’nin hükmettiği topraklarda ortaya çıkan siyasi istikrarsızlıklar, bu dönemde İngiltere’nin önündeki en önemli problemlerdi. Savaşın bitimiyle artan baskılar neticesinde ordu kısa sürede terhis edilmiştir. Ülke içinde yaşanan derin sosyal ve politik değişimlerin yanı sıra, İrlanda’daki iç savaş, Mezopotamya’da işgal bölgelerinde yerel güçlerle yaşanan hoşnutsuzluk, Mısır’da ortaya çıkan devrim ve Hindistan’daki Müslümanların tepkileri nedeniyle İngilizlerin çözmesi gereken çok fazla sorun vardı. İngiltere’nin Orta Doğu politikası, savaş sonrasında ortaya çıkan zorluklar nedeniyle, yerel direnişler ve iç karışıklıklar sonucunda Mısır’dan Afganistan’a kadar parçalanmış durumdaydı[1] .
Savaş sonrası yeni sorunlarla yüzleşmek zorunda kalan İngiltere’de, Başbakan Lloyd George’un Türkiye’de yürüttüğü sert işgal politikası tartışmalara neden olmuştur. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik izlenecek politikalar tartışılırken, Kabine içinde ve çeşitli kurumlar arasında belirgin görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. İngiliz Hükûmeti, bu dönemde Türkiye’ye dair politikasını hiçbir zaman tam bir uyum içinde belirleyememiştir. 1918’den sonra izlenen politikalar, Kabine içindeki politikacıların ve İngiliz Genelkurmayının sert itirazlarına rağmen, genellikle Başbakan Lloyd George tarafından şekillendirilmiş ve uygulanmıştır. 1918-1922 arasındaki dört yıllık süreçte, Lloyd George güçlü ve tutarlı bir muhalefetle karşı karşıya kalmış olmasına ve politikalarının başarısız olma olasılığı giderek artmasına rağmen geri adım atmamıştır. Başbakanın Türkiye’ye dair politikasının temel amacı, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve Boğazları uluslararası geçişlere açarak tarafsız bir statü kazandırmaktan ibaretti[2] .
Karar alıcılar arasında Başbakan Lloyd George, Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Savaş Bakanı Winston Churchill ve Genelkurmay Başkanı Henry-Wilson gibi isimler öne çıkıyordu. Özellikle Lloyd George’un Yunanistan’a olan sempatisi ve sınırsız desteği ile Türkiye’ye karşı takındığı düşmanca tavır, askerî çevrelerce sıklıkla eleştirilmiş ve Lloyd George’a karşı zaman içinde bir direnç oluşmasına yol açmıştır. Başbakan, çalışma arkadaşlarının fikirlerine gerekli önemi vermemiş ve asker danışmanlarının görüşlerine aldırış etmemiştir[3] . Bu bağlamda 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgal edilmesi, kaotik bir dönemde gerçekleşmiş ve İngiltere’de bir dizi çatışma ve çekişmeyi de beraberinde getirmiştir. İngiliz Genelkurmay Başkanlığı ve Savaş Bakanlığı Yunan ordusunun İzmir’e çıkarılmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Zira askerlerin büyük kısmı terhis edildiği için İrlanda’dan Mısır’a, Filistin’den Mezopotamya’ya ve Türkiye’ye yayılan az sayıdaki askerle ordunun tüm bu sorunları çözme kapasitesinin olmadığı bilen Genelkurmay Başkanı Mareşal Henry Wilson, Türklerle yeni bir savaş manasına gelecek bu harekâta tepki göstermiş, Lloyd George’un işgalci politikalarına en başından itibaren itiraz etmiştir. Yunanlıların işgal harekâtı genişledikçe Genelkurmay Başkanlığı ile Başbakan arasındaki görüş ayrılıkları daha belirgin hâle gelmiştir[4] .
Olayların giderek büyük bir savaşa dönüşeceğinin farkında olan İngiliz Genelkurmayı, özellikle I. İnönü Muharebesi’nden Büyük Taarruz’a kadar geçen bir buçuk yıllık sürede, İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanlığından elde ettiği bilgiler ve veriler ışığında çok sayıda rapor hazırlayarak çeşitli analizler ve stratejik değerlendirmeler yapmış, Kabineye uyarılarda bulunmuştur. İtilaf devletlerinin Yunan ordusunun ilerlemesine izin vermesiyle başlayan aktif çatışma sürecine paralel olarak Kabineye sunulan askerî raporların sayısı da artmıştır. Askerî bakış açısından hazırlanan bu raporların içeriğine bakıldığında, Yunan ordusuna güvenilmemesi gerektiği ve İtilaf devletlerinin İstanbul ve Çanakkale Boğazı bölgesinde bulunan birliklerinin kaderinin Yunanistan’ın eline bırakılmasının sakıncaları üzerinde durulduğu, ayrıca Türk ordusunun askerî kapasitesi hakkında değerlendirmeler yapıldığı görülmüştür. İngiliz irtibat subayları aracılığıyla Yunan ordusu hakkında toplanan bilgilere ek olarak, Türk ordusu hakkında çeşitli istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgiler de değerlendirilerek iki ordunun durumu her aşamada analiz edilmiştir. Bu kapsamlı analizlerde Anadolu’daki vaziyetin Yakın Doğu’daki İngiliz çıkarlarına etkisi, her iki ordunun moral durumu, mevcut silah ve teçhizat durumları gibi önemli konular incelenmiştir. Savaşın gidişatı sırasında değişen şartlar göz önünde bulundurularak, olası senaryolar üzerinden öngörülerde bulunulmuş ve bu doğrultuda uygun stratejiler belirlenmesi için Kabineye çok değerli tavsiyeler sunulmuştur. Şubat 1921 gibi erken bir tarihten itibaren Anadolu’daki işgalin sonlandırılarak İstanbul’daki birliklerin tahliye edilmesi gerektiğine dair Kabineye yapılan uyarılar çok dikkat çekicidir. İngiltere’nin Yunanlıları değil Türkleri desteklemesi gerektiği ve Yunanlıların büyük bir felakete sürüklenmekte olduğu ısrarla belirtilmiştir[5] .
Başbakan Lloyd George Genelkurmay Başkanlığının uyarılarına rağmen askerlerin taraflı bir şekilde Türk yanlısı olduğuna inanarak, savaşın seyrini belirleyecek önemli faktörleri doğru öngörülerde bulunan ve gelecekteki askerî-siyasi hamleler için değerli bir kılavuz sağlayan raporları görmezden gelmiştir. Lloyd George, dinlemekten hiçbir zaman hoşlanmadığı asker danışmanlarının tavsiyeleri reddederek, İngiltere’nin izleyeceği işgal politikalarını kendi görüşleri doğrultusunda şekillendirmeye devam etmiştir[6] .
Bu çalışmada, I. İnönü Muharebesi’nden Büyük Taarruz’a kadar geçen dönemde devam eden sıcak muharebeler (Sırasıyla I. ve II. İnönü Muharebeleri, KütahyaEskişehir Muharebeleri, Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz) sırasında İngiltere Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan kapsamlı rapor ve analizler ele alınmaktadır. İngiliz arşivlerinden alınan Genelkurmay raporlarına ek olarak, Genelkurmay Başkanı Henry Wilson ile Başbakan Lloyd George’un resmi yazışmaları, Kabine tutanakları, Dışişleri Bakanlığı ve Savaş Bakanlığının İstanbul’daki personeliyle yaptığı yazışmaların yanı sıra, dönemin askerî ve siyasi figürlerinin anı ve günlüklerinden faydalanılmıştır. Bir kısmı Türkiye’de ilk kez bu çalışmada yayınlanan İngiliz Genelkurmayının raporlarının detaylı şekilde analiz edilmesi, İngiltere’de dönemin siyasi ve askerî dinamiklerini, askerler ile siyasetçiler arasındaki tartışmaların Türkiye’deki işgal politikalarına yansımalarını daha iyi kavramamıza olanak tanıyacak niteliktedir. Türk Kurtuluş Savaşı tarihinin az bilinen bir yönünü aydınlatması açısından önem arz etmektedir.
İzmir’in İşgalinin Ardından Gelişen Hadiseler ve Yunan Ordusu’nun İlerleyişi (1919-1920)
Yunan ordusunun 15 Mayıs 1919’da Paris Barış Konferansı’nda alınan karar sonucunda İzmir’e çıkması İngiltere’de pek çok tartışmayı beraberinde getirmiştir. Bu işgal, en çok Genelkurmay Başkanı Mareşal Henry Wilson’ı tedirgin etmiştir. Anılarında tüm bu olanları bir çılgınlık olarak nitelemiş ve aptalca bir işe kalkışıldığını belirtmiştir[7] . Savaş Bakanı Winston Churchill ise bu hadiseyi “ölümcül bir adım” olarak tarif ederken: “İngiltere’deki asker kanadın Türk yanlısı eğilimlerini her türlü hesaba katarak, kaynaklarımız tükenirken pek çok yeni tehlikeye yol açacak bu şiddet eyleminin tedbirsizliğini mazur görmek imkânsızdır” demiştir[8] . Ancak Lloyd George “Yunan karşıtı” ve “Türk yanlısı” olarak gördüğü Henry Wilson ve diğer askerlerin itirazlarını görmezden gelmiştir. Lord Riddell’in İzmir işgal edildikten hemen sonra Lloyd George ile yaptıkları bir sohbetten aktardıkları bu görüşü doğrulamaktadır:
Türkiye’deki vaziyeti konuşurken, “İzmir’i Yunanlılara vermek akıllıca mı?” Diye sordum. Şöyle cevap verdi: “Tabi ki bizim Genelkurmayımız Yunanlılara karşıdır. Her zaman karşılardı. Türkleri tutuyorlar. Ordu muhafazakâr parti destekçilerinden oluşmaktadır ve Türkleri desteklemek muhafazakâr partinin geleneksel siyasetidir. Yunanlılardan nefret ederler. Bu yüzden en aşırı muhafazakarlardan biri olan Henry Wilson, yaptığım işe sert şekilde muhalefet ediyor[9] .
İzmir’in işgali İngiltere’de çeşitli tepkilere yol açarken, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın eylemleri de Savaş Bakanlığı tarafından yakından takip edilmekteydi. İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanlığı ağustos ayından beri Mustafa Kemal Paşa’nın eylemleri ile ilgili bilgileri Savaş Bakanlığına raporlamaktaydı[10]. Bu doğrultuda Mustafa Kemal Paşa ve Millî Hareket hakkında Savaş Bakanlığı tarafından hazırlanan ilk kapsamlı rapor 18 Kasım 1919 tarihlidir. General Milne imzası taşıyan 10 sayfalık detaylı raporda, Millî Hareketin amacı ve nasıl geliştiği üzerinde durulmuştur[11]. Dikkate değer bir diğer rapor ise İstanbul’un resmen işgal edilmesinden bir gün önce, 15 Mart 1920 tarihinde “Türkiye’de Mevcut Durum” başlığıyla Savaş Bakanlığına gönderilmiştir. Türkiye’deki genel vaziyetin başlıklar hâlinde sıralandığı bu çok yönlü ve kapsamlı raporda; ülkedeki siyasi, ekonomik, askerî, etnik tüm gelişmeler çeşitli gözlemler ve istihbarat raporlarına dayanarak ele alınmıştır[12].
1 Haziran 1920 tarihli bir başka raporda ise, barış şartlarının Türkler adına ağır olmaması gerektiği üzerinde durulurken, Türklerin silahlı direnişi arttırması durumunda karşı koyacak birlik olmadığı belirtilmiştir. Raporun sonunda yapılan uyarı ise önemlidir: “Barış antlaşmasının konuşulan detayları Türkiye’de halkı kenetlemiştir ve halk, Yunan saldırganlığına direnmek ve pozisyonunu sadece kolluk kuvvetleri sayesinde koruyabilen, hain olarak gördükleri hükûmeti engellemek için her şeyi yapacaktır”[13].
İngiliz Genelkurmayı izlenen siyaset konusunda politikacıları uyarırken, bu dönemde çok önemli bir gelişme yaşanmıştır. Kendi aralarında yaptıkları görüşmelerin ardından Türklere dayatılacak Sevr Antlaşması’nın hükümlerini belirleyen İtilaf devletleri, Sevr’e davet ettikleri Osmanlı heyetine 11 Mayıs 1920’de antlaşma şartlarını sunmuşlardır. 433 maddeden oluşan Sevr Antlaşması’na göre İngiltere Irak ve Filistin’de, Fransa ise Suriye’de mandater devlet oluyordu. Anadolu’nun bazı bölgelerinde İtalyan ve Fransız nüfuz bölgeleri oluşacak, İngiltere’nin koruyuculuğu altında bir Kürdistan Devleti kurulacak, Doğu Anadolu Ermenilere verilecek, Yunanistan İzmir, Batı Trakya ve Doğu Trakya’nın büyük bölümünü alacak ve Boğazlar uluslararası bir komisyona bırakılacaktı[14]. Osmanlı heyetinin başındaki Tevfik Paşa antlaşma koşullarının son derece ağır olduğunu ve kabul edilemeyeceğini bildirerek görüşmeleri sonlandırdı. Türklerin bu tavrından sonra İtilaf devletlerinin önünde iki seçenek bulunuyordu: Sevr Antlaşması’nı yumuşatmak, ya da ise silah zoruyla bunu Türklere kabul ettirmek. Ancak İngiltere ve Fransa’nın elinde Mustafa Kemal Paşa ve Millî Harekete silah zoruyla boyun eğdirebilecek miktarda birlik yoktu. Lloyd George, Venizelos’un teklifiyle bunu ancak Yunan ordusunun yapabileceğine ikna oldu. Bu konuda o kadar kararlıydı ki, Churchill ve Henry Wilson’ın sert protestolarını görmezden geldi. Zira her ikisi de böyle bir eyleme kesin olarak karşıydı ve Yunanlıların başarılı olacaklarına dair çok az umut görüyorlardı. Durumdan hiçbir şekilde memnun olmayan Genelkurmay Başkanı Henry Wilson, bu eylemin mutlak bir felaket anlamına geleceğini 17 Haziran 1920’de söylemiştir:
Churchill’e İstanbul, Çanakkale Boğazı, Mezopotamya ve İran’da açık şekilde felakete doğru sürüklenmekte olduğumuzu söyledim. Defalarca belirttiğim gibi, uyguladığımız politikaların elimizdeki mevcut kuvvetle orantılı bir yanı yok ve taahhütlerimizi yerine getirmekten aciziz. Güvenilmez bir insan olan Venizelos’u gördüm. Lloyd George’a hesapsızca her şeyi yapabileceğini vaat ediyor ve Lloyd George kendisine söylenen her şeye inanıyor; ama Venizelos’u biraz sıkıştırdığımda hiçbir şey bilmediğini ve hiçbir şey vadedemeyeceğini anladım[15].
Genelkurmay Başkanı Kabine toplantısında Türkleri dize getirmek için eldeki tek kuvvetin Yunan ordusu olduğunu ancak bunun Türkiye ile savaş anlamına geldiğini ve bu gidişle bu işin İngiliz kuvvetlerinin İstanbul’dan atılmakla sonuçlanacağını söylemiştir. Kabine bu uyarıları dikkate almamış ve İngiltere için en iyisinin Yunan birliklerini desteklemek olduğuna karar vermiştir[16]. Neticede ilerlemesine izin verilen Yunan ordusunun Anadolu’nun içlerine doğru ileri harekâtı hızlı ve etkili şekilde gelişmiş ve Lloyd George dışında herkesi şaşırtacak şekilde başarılı olmuştur. Trakya ve Batı Anadolu’nun önemli bir bölümü Yunan işgaline girmiştir. Bu arada Lloyd George, Yunan ileri harekatındaki başarının kendi politikasının doğruluğunu kanıtladığından emin olarak Avam Kamarası’nda “Türkiye artık yok” açıklamasını yapmıştır[17]. Venizelos’a olan güveni artık sınırsızdır. Yunan ilerleyişinin ardından İstanbul Hükûmeti’nin barış antlaşmasını imzalamaktan başka seçeneği kalmamıştır. 22 Temmuz’da yaklaşık 80 Türk’ten oluşan bir heyet, Damat Ferit’in talebi üzerine antlaşmanın imzalanması ile yetkilendirilmiştir[18]. Neticede 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması imzalanmıştır.
Sevr Antlaşması’ndan Sakarya Meydan Muharebesi’ne Kadar Geçen Süreç ve Genelkurmay Raporları
Sevr Antlaşması imzalansa da mevcut şartlar içinde ne kadar uygulanabileceği soru işaretiydi. Antlaşmanın uygulanabilmesi için Türkler lehine yumuşatılıp yumuşatılmayacağı Lloyd George, Bonar Law ve Lord Curzon arasında Kasım 1920 sonunda yapılan bir toplantıda tartışılmıştır. Bonar Law, antlaşmanın yumuşatılması ve tekrar Türk dostu politikalara dönülmesi yönünde görüş belirtmiştir. Ancak Başbakan Sevr Antlaşması’nın yumuşatılmasının tüm dünyada zafiyet işareti olarak algılanacağını belirterek bu görüşe şiddetle karşı çıkmıştır[19]. Savaş Bakanı Winston Churchill ile bu dönemde yaşadıkları diyalog da enteresandır. Lloyd George şöyle demiştir: “Yunanlılar Türk barbarlığına karşı Hıristiyan medeniyetini temsil ediyorlar. Muharebe kapasiteleri generallerimiz tarafından küçümseniyor”. Churchill’in verdiği yanıt ise şöyle olmuştur:
Peki öyleyse bu konuda ne yapacaksınız? [Anadolu’ya] Gönderilebilecek bir ordumuz yok; sürekli bu iş için ayrılabilecek para olmadığını söylüyorsunuz; kamuoyu da bu konuda sizi desteklemiyor. Muhafazakâr Parti Türkiye’nin geleneksel dostudur. Çoğunluğun temayülü Türk yanlısıdır, Kabinenin temayülü Türk yanlısıdır, Generallerimiz Türk yanlısıdır. Dünyanın en çok Müslüman nüfus barındıran gücüyüz. Uzun süreli Türk karşıtı ve Yunan yanlısı politikaya karşı çok derin karşıtlıklar ortaya çıkacaktır. Üstelik Türkler çok tehlikelidir, çünkü hem sert hem de elde edilemezdirler. Yunanlılar Türkiye’yi işgal etmeye kalkarsa mahvolacaklar[20].
Sevr Antlaşması’nın uygulanması için politikacılar kendi aralarında tartışırken, Bursa’daki Yunan kuvvetlerinin Bilecik-Bozüyük doğrultusunda toplanan Türk birliklerini yoklamak için bir keşif taarruzuna geçilmesine karar verilmiştir[21]. Türk tarafında ise Kuvayımilliye güçleriyle düşmanı yenmenin imkânsız olduğunu bilen Mustafa Kemal Paşa, düzenli orduya geçmek için çalışıyordu. Bu doğrultuda komutanlara süratle düzenli ordu birlikleri ve büyük süvari kuvveti vücuda getirmek ve nizamsız teşkilat fikir ve siyasetini yıkmak direktifini vermiştir[22]. Türkler düzenli orduyu güçlendirme çabalarını yoğun şekilde sürdürürken, Yunanistan’da çok önemli gelişmeler yaşanmaktaydı. Yunan kralı Aleksandros maymun ısırması sonrası yarası zehir kaptığı için 25 Ekim 1920’de hayatını kaybetmiş ve bu durum Başbakan Venizelos’u zor durumda bırakmıştır. Venizelos’un isteğiyle 14 Kasım’da yapılan baskın seçimde ise muhalefet büyük bir zafer elde etmiş ve seçimleri kaybeden Venizelos ülkeyi terk etmiştir. 5 Aralık 1920’de yapılan halk oylamasının ardından Konstantin’in kral olmasıyla Yunanistan ile İngiltere arasındaki ilişkiler iyice gerilmiştir. I. Dünya Savaşı’nda tahttayken Alman yanlısı politikalar izleyen Konstantin’in tekrar kral olmasıyla İtilaf devletlerinin Yunanistan’a verdiği ekonomik destek azalmış ve mali kısıtlamalar ile aynı zamanda askerî malzeme tedarikine genel bir ambargo uygulanmasına karar verilmiştir[23]. Konstantin’in tekrar tahta çıkışının ardından özellikle Fransızlar Yunanistan’ı bir müttefik olarak görmeyi reddetmişler ve hem Fransız hem de İtalyan politikası daha keskin bir şekilde Türklere doğru yönelmiştir. Sonuç olarak Yunanlılar kendilerini giderek daha fazla izole olmuş, birliklerini silahlandıramaz veya donatamaz hâlde bulmuşlardır[24].
Yunanistan’daki siyasi değişimlerin Anadolu’da sürdürülen askerî harekât üzerindeki etkisi de büyük olmuştur[25]. Kral Konstantin ve yeni kurulan hükûmet kaybetmekte oldukları İtilaf desteğini ve güvenini tekrar kazanmak ve Bilecik, Karaköy, Bozüyük, Eskişehir kesimlerinde toplanmakta olan Türk kuvvetlerini dağıtmak için bir harekât düzenleme gereği duymuşlardır.[26] 6 Ocak 1921’de ilerlemeye başlayan Yunan birlikleri 9 Ocak’ta İnönü mevzileri önüne gelmişlerdir. 10 Ocak’ta şiddetlenen çarpışmaların ardından, Türk direnişini kıramayacağını anlayan Yunanlılar 11 Ocak’ta başladıkları noktaya geri çekilmişlerdir. Yunanlılar, düzenli ordunun ilk başarılı sınavı olması açısından önem teşkil eden I. İnönü Muharebesi’ni “bir keşif harekâtı” olarak tanımlayarak yenilmediklerini ve harekâtın başarıya ulaştığını iddia etmişlerdir. Ancak muharebede yaşananlar ve sonuçları açısından bakıldığında, bu muharebenin Yunanlılar aleyhine ve Türkler lehine sonuçlandığı tartışmasızdır. Nitekim İnönü’de durdurulan Yunan ordusu muharebenin ardından başladıkları noktaya geri çekilmek zorunda kalmış ve bu muharebe Türk zaferiyle sonuçlanmıştır.[27]
I. İnönü Muharebesi’nin askerî sonuçlarından ziyade diplomatik sonuçları dikkate değerdir. Nitekim bu muharebenin ardından Büyük Millet Meclisinin içeride ve dışarıda itibarı artmış, Fransa ve İtalya Sevr Antlaşması’nın mevcut hâliyle uygulanamayacağından emin olmuş ve antlaşmanın gözden geçirilmesi yönünde bir irade ortaya koymuşlardır.[28] İngiltere Başbakanı Lloyd George, Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransa Başbakanı Aristide Briand ve İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza, 20 Ocak 1921’de Paris’te bir araya gelerek Sevr Antlaşması’nın bazı maddelerinde düzenlemeler yapılmasını görüşmüştür. Bu toplantının ardından Londra’da bir konferans düzenlenmesine karar verilmiş ve bu kapsamda Yunanistan ile İstanbul ve Ankara hükûmetleri ayrı ayrı davet edilmiştir. 21 Şubat 1921 tarihinde toplanan Londra Konferansı, tarafların daha en başından itibaren birbirine kuşkuyla yaklaştığı ve çıkarların çatıştığı bir atmosferde başlamıştır. Londra Konferansı’nda Sevr Antlaşması’nın bazı maddelerinde değişiklikler yapılmış olsa da bu düzenlemeler, Türk tarafının İtilaf devletlerine sunduğu ve Misakımillî olarak bilinen temel ilkelere uygun bulunmamıştır. Neticede Türk heyeti sunulan şartlara cevap vermek için 24 gün süre isteyerek Londra’dan ayrılmış ve Ankara’da yapılan tartışmaların ardından şartların hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğine karar verilmiştir[29].
Siyasetçiler diplomatik girişimlere devam ederken, İngiliz Genelkurmayı, I. İnönü Muharebesi’nin ardından cephede olan bitenlerle daha yakından ilgilenmeye başlamış ve Türklerin düzenli ordu birliklerinin sayısını arttırdıklarını fark etmiştir. 19 Şubat 1921 tarihinde hazırlanan raporda Türk ordusunun güçlendiği, İtilaf devletlerinin ise İstanbul’da yalnızca 15 piyade taburuna (6 İngiliz, 8 Fransız, 1 İtalyan) sahip olduğu belirtilmiştir. Türkiye’deki İngiliz varlığının Yunan ordusuna bağlı olduğu, ancak Yunanistan’daki siyasi çalkantıların bu durumu tehdit ettiği vurgulanmıştır. Raporun sonuç kısmında ise önemli değerlendirmeler yapılmıştır:
Genelkurmayın görüşüne göre son olaylar, Yunanistan’daki mevcut krizin sonucu ne olursa olsun, Türkiye’deki pozisyonumuzu korumak için Yunan ordusuna güvenilemeyeceğini açıkça göstermiştir. Genelkurmayın görüşüne göre hükûmetimiz şu üç seçenek için hazır olmalıdır:
a. İstanbul’daki birliklerimizi takviye etmek.
b. Birliklerimizi tahliye etmek.
c. İtilaf politikasını yeniden gözden geçirmek.
İlk seçenek İngiliz askerî kaynaklarının şu anki yetersizliği nedeniyle imkânsızdır. İkinci seçenek askerî açıdan ne kadar arzulanabilir olursa olsun, yüksek siyaset sorunudur ve her durumda tahliyeyi sağlamak için geçici bir takviye gerekebilir. Ancak Genelkurmay, Türklere imzalatılan barış anlaşmasında İzmir, Kars ve muhtemelen Trakya ile ilgili toprak koşullarının ciddi şekilde gözden geçirilmesinin Türk Milliyetçilerini Sovyetlerden koparmaya ikna edebileceğine inanmaktadır. Kısacası, Yunanistan’daki hükûmet değişikliği, İstanbul’daki Britanya birliklerinin durumunu geçici olarak kötüleştirse de, Türklere cömert tavizler verme ve böylece onları Bolşeviklerle ittifaktan vazgeçirme imkânı sağlamaktadır. Bu, Türkiye’yi İtilaf devletleri ve Rusya arasında bir tampon devlet olarak yeniden yaratmak ve Mısır, Mezopotamya ve Hindistan’daki Britanya hâkimiyetinde yaşanan huzursuzlukların temel nedenlerinden bazılarını ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir[30].
Raporda İstanbul’daki birliklerin takviye edilmesinin imkânsız olduğu belirtildikten sonra politikacıların önünde iki seçenek olduğu açıkça yazıyordu. İlk seçenek (belgedeki b şıkkı), İstanbul ve çevresindeki İngiliz birliklerinin tahliyesini içeriyordu ancak bu kararın alınması yüksek siyasi sorumluluk gerektiriyordu. İkinci ve daha makul seçenek (belgedeki c şıkkı) ise Sevr Antlaşması’nı cömert tavizlerle yumuşatmaktı. Raporda öne çıkan ilk önemli sonuç, Yunan ordusuna hiçbir şekilde güvenilemeyeceğine dair yapılan vurguydu. İkinci önemli sonuç ise giderek artan Sovyet tehdidi karşısında Türklerle yeniden dostluk kurularak, geleneksel İngiliz politikasına dönüp Ruslara karşı tampon devlet olarak Türkiye’yi destekleme yönünde yapılan tavsiye idi. Bu arada Lloyd George’un yeni bir Yunan taarruzunun kısa süre sonra başlayacağını belirttiği 22 Mart 1921 tarihli Kabine toplantısının ardından Genelkurmay Başkanının günlüğüne yazdıkları önemliydi:
Lloyd George, Yunanlıların önünde büyük miktarda Türk birliği bulunduğunu ve Yunanlıların meşru müdafaa olarak taarruza kalkmalarını engellemenin imkânsız olduğunu söyledi. Bizim bilgilerimize göre o demiryolunda Türk yoğunlaşması söz konusu değil ve dolayısıyla yapılması planlanan taarruz tamamen yersiz ve hiçbir şekilde Türkler tarafından kışkırtılmamıştır. Ve Lloyd George bunu biliyor. Tüm bu iş, bir sahtekârlık ve iğrenç bir düzenbazlık. Her şey tiksindirici. Bana göre bu işin sonu, Lloyd George’un dostları olan Yunanlıların tamamen mahvolmasıyla sonuçlanacak[31].
Yunan taarruzuna kesin olarak karşı çıkan Henry Wilson, bu toplantının ardından Harington’a bir mesaj göndererek emrindeki tüm Yunan birliklerini geri göndermesini, Yunanlılara sağlanan yemek ve erzak yardımını durdurmasını ve depolardan yararlanmalarına izin verilmemesini emretmiştir. Londra Konferansının ardından İngiliz Başbakanının teşvik etmesiyle 23 Mart 1921’de harekete geçen Yunan ordusuyla Türk ordusu arasında 27 Mart tarihinde başlayan çatışmalar üç gün sürmüş, 31 Mart’ta başlayan Türk karşı taarruzunun ardından Yunanlılar eski mevzilerine geri çekilmişlerdir[32]. Yunanlıların İzmir’e ayak bastığı andan itibaren iki yıldır süren üstünlüğü, İtilaf devletlerinin I. Dünya Savaşı’nın bitimiyle Türk ordusunun organizasyonunu parçalamış olmasından kaynaklanmıştı. Ancak 1921 baharına gelindiğinde yoğun çabaların ardından düzenli orduya geçilmiştir ve ordunun Yunanlıları geri püskürtmesi, savaşın dönüm noktalarından biri olmuştur[33].
Literatüre II. İnönü Savaşı olarak geçen ve Türk zaferiyle sonuçlanan bu muharebe, Yunanlılar adına ciddi bir yenilgidir.[34] Bu başarısızlığın ardından 6 Nisan 1921’de yeni bir rapor kaleme alan Henry Wilson, Genelkurmay Başkanlığının Türk milliyetçileriyle uzlaşılamaması hâlinde İstanbul ve çevresindeki İngiliz birliklerinin içinde bulunabileceği tehlikeli duruma uzun zamandır dikkat çektiğini, ayrıca Yunan operasyonlarının başarılı olma ihtimaline ilişkin şüphelerin dile getirildiğini belirttikten sonra şunları söyleyerek haklılığını ortaya koymuştur: “Yunan ileri harekatlarının artık bilinen gidişatı, Genelkurmayın başarısızlık olasılığını abartmak yerine tam tersine hafife aldığını göstermiştir.” Israrla önlerinde İstanbul’daki birlikleri takviye etmek, birliklerin tamamını tahliye etmek veya İtilaf politikasını değiştirmek olmak üzere üç seçeneğin olduğunu tekrarlamış ve son cümlesinde şöyle demiştir: “Askerî bakış açısından bakıldığında benim tercihim tüm birliklerimizin tahliye edilmesi yönündedir”[35].
Henry Wilson, henüz Yunan taarruzu devam ederken, 29 Mart 1921’de Harington’a bir mesaj göndererek İstanbul ve Çanakkale Boğazı’nı tahliye etme seçeneğine dair önemli sorular sormuştur. Harington, Wilson’ın “Eğer İngiliz ve Fransız birliklerinin tamamı İstanbul ve Çanakkale Boğazı’ndan tahliye edilirse ne olur?” sorusuna şu yanıtı vermiştir: “Şahsen Yunanlıların kısa süre içinde Ankara’ya doğru ilerleyeceğini ancak havalarını alıp geri dönmek zorunda kalacaklarını düşünüyorum. Başarısızlık ordunun belini kırabilir. Sadece hayal aleminde yaşıyorlar”[36]. Harington da Henry Wilson gibi Yunanlıların er ya da geç yenileceğini düşünmektedir ancak İstanbul ve Boğazlardan çekilme fikrine şu aşamada sıcak bakmamaktadır. İngilizler çekildikten sonra Fransızlar ve Yunanlılar İstanbul’un kontrolünü ele alırsa, bunun Türkiye’yi daha fazla kaosa sürükleyeceğini belirtmiştir. Üstelik İngiltere’nin Doğu’daki prestiji sarsılacak ve İngiltere’ye karşı yoğun bir İslamcı propaganda başlatılacaktır.
İngiliz Genelkurmayının Yunanlıların II. İnönü Muharebesi’nde yaşadığı bozgunun ardından ortaya çıkan genel vaziyeti artan bir endişeyle takip ettiği görülmektedir[37]. Bu dönemde yazılan raporlar çok çarpıcı tespitler ve yorumlar içermektedir. Bu bağlamda Türkiye’de işlerin değişmeye başladığına dair Savaş Bakanlığına bir mesaj gönderen Harington, Yunan birliklerin büyük ölçüde üst komutaya olan güvenlerini kaybettiklerini, diğer tarafta Türk milliyetçilerin kendilerine olan güvenlerinin arttığını, ocak ayına oranla çok daha güçlendiklerini belirtmiştir[38]. 20 Mayıs 1921’de Genelkurmay Başkanlığı ve 25 Mayıs 1921’de Harington tarafından hazırlanan iki ayrı rapor ise son derece önemlidir. Henry Wilson raporun başına şu notu düşmüştür: “Genel olarak bu iki raporda yazılanlarla aynı fikirdeyim. Yani Türklerin Yunanlıları İzmir’e sürmesinin ve hatta İzmir’den de atmasının güçlü ihtimal olduğunu ve İstanbul’daki birliklerimizin büyük bir tehlike altında olduğunu düşünüyorum. Böyle bir durumda Çanakkale’yi de elde tutmanın hiçbir olasılığı yok. Kısacası, derhâl gerekli adımları atarak İstanbul ve Çanakkale’den tamamen çekilmemiz gerek.” Genelkurmay Başkanının Mayıs 1921 tarihli resmî bir raporda yazdığı bu satırlar yakından incelendiğinde, bir buçuk yıl sonra Büyük Taarruz’un ardından yaşanacak felaketi tam olarak öngördüğü söylenebilir.
Raporda Türklerin düzenli ve disiplinli bir ordu kurma çabalarının meyvelerini verdiği ve bu sayede güçlendikleri belirtilmiştir. Genelkurmaya göre inisiyatif Türklere geçmiştir ve bir Türk taarruzu beklenebilir. Türk ordusunun Mayıs 1921’deki gücü hakkında yapılan bu yorumlar bir miktar abartılıdır. Zira bu dönemde yeni yeni toparlanmaya çalışan Türk ordusunun İzmir veya İstanbul istikametinde ilerlemesi veya herhangi bir noktadan genel bir taarruza kalkması mümkün değildi. İnisiyatif henüz Türklerin eline geçmemişti ve ordunun taarruza geçecek kadar güçlenmesi için önünde uzun ve çetrefilli bir süreç vardı[39].
Yukarıdaki rapordan anlaşıldığı üzere, İngilizlerin Yunan ordusuna hiçbir şekilde güvenmedikleri ve olası bir geri çekilme durumunda Türk ordusuyla karşı karşıya gelme olasılığından endişe duydukları görülmektedir. Neticede raporun sonunda yine aynı üç seçenek üzerinde durulmuş ve şöyle denmiştir:
Genelkurmay, Türk milliyetçilerinin ilerleyişi nedeniyle tehlikeli bir duruma düşmeden, şu anda İstanbul’da bulunan İngiliz birliklerinin tahliye edilmesinin zorunlu olduğuna inanmaktadır. Böyle bir geri çekilmenin İstanbul ve Orta Doğu’daki siyasi ve ticari çıkarlarımızı olumsuz yönde etkileyeceği kabul edilmiş olmakla birlikte, herhangi bir gecikmenin askerî açıdan ciddi sonuçlara yol açabileceği değerlendirilmektedir[40].
Harington da Genelkurmay Başkanlığı ile tamamen aynı fikirde olduğunu belirtmiştir. Kendi düşüncesine göre son 6 ayda durum tamamen tersine dönmüştür. Göreve geldiğinde bir çete lideri olan görülen Mustafa Kemal Paşa’nın ordusu artık düzenli ve etkili bir ordu hâline gelmiştir. Harington’ın Mustafa Kemal Paşa hakkındaki görüşleri dikkate değerdir. Yunanlılara yardım edildiği için İngilizlere kızgın olduğunu belirttiği Mustafa Kemal Paşa’nın İtilaf devletleri unsurlarını Türk topraklarından tamamen temizleme niyetinde olduğunu yazmıştır. Mustafa Kemal Paşa ile uzlaşma fikrinin artık geçmişte kaldığına inanmaktadır ve kendisine el uzatılsa bile bunu küçümseyerek reddedecektir. Mustafa Kemal Paşa’nın İngiltere’nin bu dönemde içte ve dışta karşı karşıya olduğu sorunları tamamen farkında olduğunu belirttikten sonra şöyle demiştir: “[Mustafa Kemal] Şu hâlde neden dursun ki? durmayacak. Sadece “Türkiye’nin kurtarıcısı” olmayı ve bundan sonra yüksek bir mevkii elde etmeyi hedeflemektedir.” Raporunun devamında Türk ordusunun ilerlemesi durumunda yaşanacak sıkıntılardan bahsettikten sonra: “Siyasi bakış açısından bakıldığından tahliyeyi önerdiğim için üzgünüm ancak askerî bakış açısından iki buçuk tümen kuvvetle takviye edilmediğim müddetçe, ki mevcut şartlar altında bunun imkânsız olduğunu biliyorum, İstanbul’daki birliklerimizin tahliye edilmesini tavsiye etmek zorundayım”[41]. II. İnönü Muharebesi devam ederken, yani Yunan ordusu geri çekilmeye başlamadan önce İstanbul’daki birliklerin geri çekilmesine henüz razı olmadığını belirten Harington, aradan geçen bir buçuk aylık sürede yaşananların ardından fikrini değiştirmiştir. Diğer taraftan, Mustafa Kemal Paşa’nın bu dönemde İngilizlerin kendi ülkelerinde ve Orta Doğu’da karşı karşıya oldukları ağır sorunların tamamen farkında olduğu, İtilaf devletlerinin birbirleriyle çelişen çıkarları ve ihtirasları olduğu, Mustafa Kemal Paşa’nın Türk topraklarını İtilaf kuvvetlerinden temizleyene kadar durmayacağı ve vatanın kurtarıcısı olmak istediğine dair yapılan tespitler doğrudur[42].
Genelkurmayın son derece önemli ve endişe verici raporları 31 Mayıs 1921 tarihindeki Kabine toplantısında acil kaydıyla ele alınmıştır. İstanbul’dan gelen Harington’ın da katıldığı toplantıda Genelkurmay Başkanlığının analizleri konuşulduktan sonra, Dışişleri Bakanlığının siyasi bakış açısından tahliyeye karşı çıkılan görüşleri dinlenmiştir. Zira Dışişleri, İstanbul’un tahliyesi gibi çok ağır sonuçlar doğurabilecek önemli bir karar alınmadan önce işin sadece askerî açıdan değil, her yönüyle ele alınması gerektiğini savunmaktaydı[43]. Neticede bu toplantıda kesin bir sonuca varılamadı. Ancak Kabinenin Genelkurmayın kaygılarını göz ardı ederek tahliye kararı vermeyeceği az çok belli olmuştu. Henry Wilson bu toplantı hakkında: “Hiçbir karar alınmadı. Gerçekten muhteşem bir Kabine. Daha önce hiç görmediğim kadar umutsuz, cahil, işe yaramaz bir sürü adam”. derken, aynı gün Avam Kamarasında daha önce söylediklerini tekrarlayarak, Lloyd George’un en baştan beri yanlış ata oynadığını, yarışı kaybedeceğini ve Mustafa Kemal Paşa ile uzlaşılması hususunda ısrarcı olduğunu belirtmiştir[44].
İngiliz Hükûmeti, 1921 yazına girilirken tarafları uzlaştırarak barış yapma gereği üzerinde durmaktaydı[45]. Bu amaçla İtilaf devletleri arasında çeşitli müzakereler yürütülürken, Yunan ordusunun içinde bulunduğu durum ve savaşma kapasitesi hakkında daha güvenilir bilgiler edinmek için Atina’daki İngiliz askerî ataşesi Albay Nairne görevlendirilerek kendisine detaylı bir rapor hazırlaması talimatı verildi. Bazı Yunan karargahlarını ve cephedeki birlikleri ziyaret eden Albay Nairne’in 15 Haziran 1921 tarihinde hazırladığı raporda; genel vaziyet, komuta ve kurmay heyetleri, ordunun yapısı, piyade, süvari, topçu, silah ve mühimmat, ulaştırma, hava unsurları ve iletişim olmak üzere pek çok başlık altında detaylı bir analiz yapılmıştır. Nairne’in tespitlerine göre Yunan ordusu II. İnönü yenilgisinin ardından geçen zamanda daha etkin bir hâle gelmiştir. Raporda son yenilginin nedeni olarak yetersiz düzenlemeler ve politik nedenler gösterilirken, daha sıkı çalışılarak birliklerin eğitimlerinin daha üst seviyeye çıkarıldığı, ulaşım ve ikmal sorunlarının büyük ölçüde giderildiği ve ordunun daha verimli hâle geldiği belirtilmiştir[46].
Raporu okuyan Harington’a göre Albay Nairne’in tespitleri gereğinden fazla iyimserdir ve anlatılanlar kendi gözlemleriyle çelişmektedir. Nitekim Harington, şu anda herkeste manasız bir iyimserlik havası olduğunu ve Yunan ordusunun 6 ay önceye göre daha kötü durumda olduğunu düşünmektedir. Albay Nairne’in yazdıklarına bir hayli mesafeli yaklaşan Harington, Yunan ordusu hakkında tarafsız bir görüş almak adına Tümgeneral Marden’ı Bursa ve Uşak’a göndermeye karar vermiştir. Ancak yine de kısa bir zaman aralığında yapılan bu ziyaretlerden kesin bir izlenim elde edilemeyeceğini ve aktif muharebeye girmeden ordunun gerçek değerini anlamanın mümkün olmadığını Londra’ya yazmıştır. Bu raporda asıl dikkat çeken husus, Binbaşı Strover adında bir İngiliz subayın Harington’a aktardıklarıdır:
Binbaşı Strover bana Yunan askerlerinin istekli olduğunu ve beklediğinden daha iyi şekilde toparlandıklarını, ancak birçok komutanın ve kurmay subayın zayıf olduğunu ve kendi görüşüne göre, operasyonlar iyi başlarsa devam edebileceklerini ancak ciddi bir savunma ile karşılaşılıp durduruldukları takdirde üst komutanlığın yeteneklerine güvenmediğini söyledi. Başka bir başarısızlık daha yaşanırsa, ordunun bundan çok ciddi bir şekilde etkileneceğini düşünüyor. Bursa kolordusunun geçen yıl olduğu gibi iyi bir savaş makinesi olmadığını kesin olarak belirtti[47].
Bir irtibat subayı olarak Yunan ordusunu gözlemleyen Binbaşı Strover’ın tespitleri ve öngörülerinin Albay Nairne’e göre daha doğru olduğu açıktır. Nitekim 1921 Temmuz ayında başlayan Yunan taarruzunun ardından harekât ilk başta başarılı şekilde ilerlemiş, ancak Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilen Türkler burada Yunan taarruzunu durdurmuşlardır. Binbaşı Strover’ın öngördüğü gibi, Yunan ordusu ciddi bir savunma engeliyle karşılaşıp bir kez durdurulduktan sonra, komuta kademesindeki zayıflığın da etkisiyle başarısız olunmuştur. Dolayısıyla Harington’ın Albay Nairne’in raporundaki iyimser yorumlar yerine Binbaşı Strover’ın gerçekçi analizlerini dikkate alması kendisinin de gerçekleri bütün çıplaklığı ile gördüğünün ispatıdır. Albay Nairne ile görüşen Harington, Yunan ordusunun ulaştırma konusundaki sıkıntılarına dikkat çektikten sonra komuta kademesine güvenilemeyeceğini tekrarlamıştır. Yunan komutanların muharebe anında inisiyatif alma hususunda tereddüt edebileceğini, zincirde pek çok zayıf halka olduğunu, hedefi açık olan Türk komutanların bir amaç uğruna savaşırken, Yunan komutanların zihinlerinde pek çok karışıklık olduğu tespitini yapmıştır[48].
Bu arada Harington tarafından Uşak ve Bursa cephelerine gönderilen Tümgeneral Marden raporlarını yazmaya başlamıştır[49]. Türk kuvvetlerini imha etmeyi amaçlayan harekât planının mevcut koşullar altında tasarlanabilecek en iyi plan olduğu söyleyen Marden, planın hareketlilik ve Türk savunma pozisyonlarının doğru bilinmesine bağlı olduğunu belirtmiş, ancak istihbarat bürosunun son derece verimsiz çalıştığını, Türk hatları ve iç pozisyonları hakkında yeterli bilgi bulunmadığını, planın bazı tümen komutanlarının birbirleriyle iyi iletişim ve gerektiğinde inisiyatif alarak bağımsız hareket etmesine dayandığını raporuna eklemiştir. Marden’a göre ordudaki en büyük handikap kolordu ve bazı tümen komutanları ve askerlerin I. Dünya Savaşı’nda tecrübe kazanmamış olmalarıydı. Hastalar haricinde Anadolu’daki toplam Yunan askeri sayısı 169.000 idi. Ordu iyi teşkilatlanmıştı ve topçu, silah ve cephane yeterli seviyedeydi. Neticede tüm unsurlar değerlendirildikten sonra Yunan ordusunun savaşı kazanmaya yakın olduğunu belirtti. Marden’ın raporlarını okuyan Harington, hâlâ tam olarak ikna olmuş değildi. Savaş Bakanlığına gönderdiği mesajda şöyle demiştir: “Son taarruzdan [II. İnönü] bu yana ilerleme kaydedildiği açıktır, ancak deneyimsiz komutanlar ve kurmaylar hakkında hâlâ şüphelerim var. Ordunun gerçek değeri ancak savaşta anlaşılabilir. Yunanlılar ilk hedeflerine ulaşsalar bile bu onları kesin bir sonuca götürmeyecektir.” Harington’ın güvendiği bir general olan Marden’ın iyimser görüşlerinden dahi etkilenmeyip hazırladığı rapora mesafeli yaklaşması dikkate değer.
İngiliz Genelkurmay Başkanlığı, gelen bu uzun raporları da ekleyerek Yunan taarruzu başlamadan hemen önce, 7 Temmuz 1921 tarihinde Kabineye önemli bir rapor sunmuştur. 11 maddelik bu raporda Yunan ordusunun asker ve malzeme miktarı tablolar hâlinde verildikten sonra Yunan ordusunun eğitiminin iyi olduğu, iyi şekilde silahlandığı ve askerlerin savaşmaya istekli olduğu belirtilmiş ancak piyade sayısında Türklere karşı üstünlükleri kabul edilse bile, bunun gerçekleştirilmesi amaçlanan görev için yeterli olmadığı tespiti yapılmıştır. I. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin dahi sayıca çok üstün olmadığı muharebelerde iyi hazırlanmış savunma mevzileri içindeki Türkleri mağlup edemediğinin altı çizilmiştir. Genelkurmayın şu yorumları oldukça önemlidir:
Yunanlılar, muharebe alanında birliklerini ustaca gruplandırarak belirli noktalarda büyük üstünlük kurmayı başarabilir ve bu sayede yerel başarılar elde edebilirler, ancak büyük bir zafer kazanma olasılığı yoktur. Sayılar neredeyse eşitken büyük yerel başarılar elde edilecekse, komuta kademesinin üstün olması gereklidir. Ancak Türk komuta kademesinin Yunanlılardan daha aşağı olduğuna inanmamız için hiçbir neden yok. Moral faktörüne gelince, iki ordu arasındaki moral faktörün Yunanlıların lehinde olduğuna dair hiçbir belirti yok. Yunan ordusu, nisan ayındaki operasyonlarda [II. İnönü Muharebesi] yaşadığı başarısızlığın yarattığı moral bozucu etkiyi bütünüyle atlatmış değildir ve bu durum daha da ağırlaşacaktır. Buna ek olarak, ordu içinde askerlerin morali üzerinde kötü etki yaratan gizli bir siyasi entrika vardır. Türkler ise tek bir amaç doğrultusunda hareket etmektedir ve son dönemdeki başarılar morallerini yükseltmiştir. Sonuç olarak Genelkurmay, yalnız başına ve destek almadan savaşan Yunan ordusunun, başlamak üzere olan harekatta ilk başta bazı başarılar elde etme olasılığı olduğunu düşünüyor. Ancak, kesin bir zafer elde edeceklerine dair hiçbir umut görülmemektedir[50].
Albay Nairne ve Tümgeneral Marden’ın Yunan ordusunun askerî kapasitesi hakkında hazırladığı umut verici raporlara rağmen, Harington ve Henry Wilson’ın Kabineyi uyaran gerçekçi mesajları son derece kritiktir. Nitekim Genelkurmay Başkanlığının hazırladığı bu son rapor, birkaç gün içinde başlayacak Kütahya-Eskişehir Muharebeleri ve ardından Sakarya Meydan Muharebesi’nde yaşanacakları neredeyse yüzde yüz öngören isabetli bir rapor olarak değerlendirilmelidir. Yunan ordusunun taarruzun ilk aşamasında bazı yerel başarılar kazanabileceği (Kütahya-Eskişehir Muharebeleri) ancak kesin bir zafer elde edemeyecekleri ve yenilecekleri (Sakarya Meydan Muharebesi) belirtilmiştir. Son derece doğru öngörüler ve tespitler içeren bu rapor Kabineye sunulmuş, fakat Lloyd George her zaman olduğu gibi bu raporu da dikkate almamıştır. 16 Haziran 1921’de Lord Curzon’a yazdığı bir mektupta şöyle demiştir: “Britanya ve Fransa’daki askerî otoritelerin Yunan ordusunun moral unsuru konusundaki görüşlerine her zaman güvenmek doğru değildir. Bir yıl önce orduyu değerlendirme konusundaki tahminlerinde açıkça yanıldılar. Aynı kişilerin şimdi aynı hatayı yapmış olması mümkündür[51]”. Bu sözler, Lloyd George’un bu dönemde kendi ülkesinin Genelkurmay Başkanlığının hazırladığı raporlara itimat etmediğinin açık kanıtıdır. Lloyd George’un özel sekreteri ve aynı zamanda metresinin 20 Haziran 1921 tarihinde günlüğüne yazdıkları, bu dönemde Lloyd George’un düşünce yapısını ortaya koyması açısından önemlidir:
Yunanlıları desteklemek için Kabinede büyük bir mücadele verdi. Kabinedeki tek Yunan yanlısı o ve Balfour. İstediğini yaptı ama Yunan saldırısının başarısızlıkla sonuçlanmasından ve yanıldığının ortaya çıkmasından korkuyor. Siyasi itibarının büyük ölçüde Türkiye’de olup bitenlere bağlı olduğunu söylüyor. Yunanlılar başarılı olursa Türk yönetimi sona erecek. Britanya’ya dost yeni bir Yunan İmparatorluğu kurulacak. Ve bu, Doğu’daki tüm çıkarlarımıza yardımcı olacaktır. Bu hususta tamamen haklı olduğuna inanıyor ve bunun için her şeyi riske atmaya hazır[52].
Beklenen Yunan taarruzu 10 Temmuz 1921’de üç koldan başladı. Yunanlılar yeni ve uygun bir harekât planı ile Bursa ve Uşak Grupları kuşatıcı bir manevra ile taarruza geçirerek kesin sonuç almaya çalışacaklardı. Plan başarıya ulaştığı takdirde Uşak Grubu Afyon ve Kütahya üzerinden geniş bir kuşatma hareketiyle Eskişehir gerisine düşecek ve Ankara yolu açılacak; Yunan ordusunun bu geniş kuşatma hareketi Türk ordusunun ya toptan yok edilmesi ya da teslim olmasıyla sonuçlanacaktı[53]. Taarruz, 13 Temmuz 1921’de Afyon, 17 Temmuz’da Kütahya ve 19 Temmuz’da Batı Anadolu’nun stratejik anahtarı sayılan demiryolu merkezi Eskişehir’in ele geçirilmesiyle tamamlandı. Yunan ileri harekâtı neticesinde kritik öneme sahip şehirlerin bir bir ele geçirilmesi ve Türk ordusunun geri çekilmesi, Lloyd George tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Churchill’in ardından Savaş Bakanlığına getirilen Worthington Evans’a 21 Temmuz 1921’de gönderdiği iğneleyici mektupta şöyle diyordu:
Yunan karargahından Eskişehir’in ele geçirildiğini ve Türk ordusunun tamamen geri çekildiğini duydum. Konuya ne açıdan bakarsanız bakın bu çok önemli bir haber. Doğu’nun geleceği büyük ölçüde bu mücadelede belirlenecek ama gördüğüm kadarıyla Savaş Bakanlığı ne olduğunu öğrenmek için en ufak bir zahmete bile katlanmadı. Bu şartlarda ilginç bir savaş dersi olmasından hareketle bile, sıradan biri dahi, Atina, İstanbul ya da buradan bir kişinin bölgeye gönderilmesinin Genelkurmayın zahmetine değer olduğunu düşünürdü. Taarruzun başlayacağı herkesin malumuydu. Genelkurmay Başkanlığı bu konuda hayret verici bir aptallık sergilemiştir. Küçümsedikleri politikacıların talebi üzerine gerçekler araştırıldığında, iki ordunun kapasitesi ve gücü hakkında verdikleri bilgilerin tamamının hatalı olduğu ortaya çıkmıştır. Birkaç hafta önceye kadar İstanbul’daki vaziyet hakkında korkudan titreyerek bize korkunç Mustafa Kemal’in ordusuyla üç hafta içinde İstanbul’da olacağını söylüyorlardı. Bakanlığınızda istihbarat birimi diye bir birim yok mu? Bu birimin ne iş yaptığını araştırmak isteyebilirsiniz. Bütçeye geldiğinde değerli bir oluşum olarak görünmekte ancak iş bilgi toplamaya geldiğinde ortada gözükmemektedir. Lütfen bu soruşturmayı bizzat yapınız[54].
İzlediği politikalar hakkında uzun süredir Genelkurmay Başkanlığı ve Savaş Bakanlığı tarafından eleştirilen, hazırlanan raporlarla devamlı uyarılan ve Türkiye’ye yönelik uygulamak istediği agresif işgal politikasında neredeyse tek başına direnen Lloyd George’un, Kütahya-Eskişehir Muharebelerindeki Yunan başarılarının ardından duygusal bir patlama yaşadığı anlaşılmaktadır. Bir kurmay zekaya sahip olmadığı için günlük gelişen hadiselerden etkilenmiş ve bu doğrultuda yorum yapmıştır. Bu nedenle Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde elde edilen Yunan başarılarının ardından, yaklaşmakta olan çatışmalar konusundaki bilgisizliğinden ve Yunan ordusunun kapasitesini doğru bir şekilde değerlendirmedeki yetersizliğinden dolayı, Savaş Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığına sert şekilde yüklenmiştir. Genelkurmayın hazırladığı eleştirel raporlar karşısında kendisinin haklı çıktığını düşünerek takındığı gurur ve kibrin de etkisiyle alaycı bir tavır sergilemiştir. Oysa Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde kazanılan başarı ve hadiseler, tam da Genelkurmayın öngördüğü şekilde gelişmekteydi.
Yunan taarruzunu yakından takip etmekte olan İngiliz Genelkurmayı, Kütahya-Eskişehir Muharebeleri hakkında 5 Ağustos 1921’de yeni bir rapor kaleme almış ve daha sonra 29 Temmuz ile 17 Ağustos 1921 tarihleri arasında muharebelerin ara vermesiyle yapılan hazırlıkları içeren ek bir rapor hazırlamıştır. Çatışmaların gidişatını ve karşılıklı birliklerin nerede konuşlandıklarını gösteren detaylı haritaların da yer aldığı bu iki rapor, 29 Ağustos’ta 1921’de Kabineye sunulmuştur. 5 Ağustos 1921 tarihli ilk raporda orduların karşılıklı asker sayıları tablolar hâlinde verildikten sonra Yunan taarruz planı ve muharebelerin nasıl geliştiği anlatılmıştır. İngiliz irtibat subaylarının verdiği bilgiye göre Yunanlıların morali her geçen gün artarken, Türk ordusunda durum bunun tam tersi vaziyetteydi. Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde Yunan ordusunun iaşesi ve ikmal hattı düzenli çalışmıştı. Yunan zayiatı 6.000 olarak hesaplanırken, Türk zayiatı 2.000 ölü, 6.000 yaralı ve 4.000 esir olmak üzere 12.000 olarak tahmin ediliyordu[55]. Türklerin yenilerek fazla geri çekilmek zorunda kaldığı ve ordunun morali üzerinde olumsuz bir etki yarattığı kesindi. Ancak alınan son raporlar doğrultusunda Türk ordusunun hâlâ varlığını sürdürdüğü tespit edildikten sonra şöyle denmiştir: “Yunanlılar tekrar ilerlemeye başladığında kendilerini yoğun çatışmalar beklemektedir[56]”.
Burada yapılan tespitler doğrudur. Eskişehir’de durdurulmak istenen düşmana yapılan karşı taarruz başarısız olunca ordu, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla, Yunanlılar ile arasına uzun bir mesafe koyarak geri çekilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın buradaki amacı, ne pahasına olursa olsun ordunun elden çıkmasını önlemek ve varlığını sürdürerek savaşa devam edecek güçte kalmasını sağlamaktı. Zira Eskişehir ve Kütahya’yı ele geçiren Yunan ordusu hemen Ankara’ya doğru harekete geçememiş ve bu sayede Türk ordusu bir miktar toparlanma imkânı bulmuştur. 26 Temmuz-22 Ağustos arasında geçen sürede ikmal, tahkim, eğitim, kuruluş ve konuş değişiklikleri yaparak hızla hazırlanmaya çalışılmıştır[57]. İngiliz Genelkurmayına göre mevcut durumda Türklerin önünde üç seçenek vardır: 1.Yunanlılarla savaşı kesin olarak kabul etmek, 2. Daha sonradan saldırıya geçmek için ricat hareketini sürdürmek ve bu esnada arkada bir dizi savunma hattı oluşturmak, 3. Orduyu dağıtıp gerilla savaşına girişmek[58].
17 Ağustos 1921 tarihinde hazırlanan ek raporda ise en dikkat çeken husus, “Rus müdahalesi” başlığı altında Rus bir komutanın İngilizlerin Yunanlıları desteklediği gerekçesiyle Türk ordusuna yardım teklif ettiği istihbaratı alındığının belirtilmesidir. Fakat Ankara’nın Rusların bu teklifini, Türkiye’nin şu anda yardıma ihtiyaç duymadığını belirterek teşekkür edip reddettiği öğrenilmiştir. Raporun EK-C kısmında Anadolu’ya yakın bölgelerdeki Rus birliklerinin listesi çıkarılmıştır. İngiliz Genelkurmayının Rusların Türklerin yardımına gelmesi olasılığı üzerinde ciddiyetle durduğu anlaşılmaktadır[59].
29 Ağustos’ta Kabineye sunulan bu rapor önemlidir. Zira Türklerin Eskişehir ve Kütahya’da kesin bir mağlubiyet aldığı belirtilirken, askerlerin moralinin bozuk olduğu ancak ordunun hâlâ varlığını sürdürdüğü ve Yunan ordusu ilerlediğinde kendisini ağır çatışmalar beklendiği hakkında yapılan tespitler, İngiliz Genelkurmayının genel tabloyu doğru okuduğunun bir göstergesidir. Gerçekten de Kurtuluş Savaşı’nın tek yenilgisi olan Kütahya-Eskişehir Muharebelerinin ardından Sakarya Meydan Muharebesi başarıyla sonuçlanana kadar geçen süreç, Türkler adına kritik bir dönem olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, alınan yenilginin ardından Mecliste kendisine sert bir muhalefet yapılırken, orduyu kısa sürede tekrar savaşacak hâle getirmek zorundaydı[60]. Mustafa Kemal Paşa’nın çabalarıyla, alınan yenilgiye rağmen ordu elden çıkmamış ve Sakarya Meydan Muharebesi’nde çok daha çetin çarpışmalar yaşanmıştır. Raporlardan anlaşılacağı üzere gerilla harbinin de Türkler adına bir seçenek olduğu üzerinde duran İngiliz Genelkurmayı, ordu elden çıkmadığı sürece Türklerin nizami harbe devam edeceğini bildirmiştir. Gerek Kütahya-Eskişehir Muharebelerinden önce, gerek muharebelerin ardından hazırlanan askerî raporlar yakından incelendiğinde, İngiliz Genelkurmayının hiçbir aşamada Türklerin bu savaşı kaybedeceğini düşünmediği görülmektedir.
Sakarya Meydan Muharebesi’nden Büyük Taarruz’a Kadar Geçen Süreç ve Genelkurmay Raporları
Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde stratejik ve taktiksel bir başarı elde eden Yunan ordusu, demiryolu kontrolünü ele geçirmiş ve ciddi bir moral üstünlük elde etmiştir. Ancak Türk ordusunun herhangi bir bölümü dahi yok edilememiştir. Türk ordusunun yok edilememesi Yunanlılar üzerinde bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Nitekim 7 Ağustos 1921’de İzmir’den dönen Yunan parlamentosu başkanı Gunaris, basın mensuplarına, Yunanistan’ın vaziyetinin “oldukça kritik ve nazik” olduğunu söylemiş, Yunan Savunma Bakanı ise Sakarya’nın doğusuna kadar uçaklarla yapılan tarama sırasında, Türk ordusunu bulmanın olanaksız olduğunu belirtmiştir[61]. Diğer taraftan, yenilerek geri çekilen Türklerin morali bozulmuş, orduda toplu firar hadiseleri yaşanmış ve eldeki malzeme ve silah sayısı azalmıştır. Zayiat fazlaydı ve Meclis tarafından Başkomutan seçilen Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türk komuta kademesi, Sakarya Nehri’nin gerisine çekilen orduyu burada toplamaya çalışmakta ve yeniden organize etmekteydi[62]. Türklerin geri çekilerek iç kesimlerde muharebeye devam edeceklerini bilen Harington, 4 Ağustos 1921’de Rumbold ile yaptığı görüşmede, Yunan ordusunun iyi bir ilerleme kaydettiğini ancak kesin zaferi elde edemediklerini ve şu ana kadar yapılanların gerçek bir zafer kazanmak için gerekenin sadece yüzde 30’unu oluşturduğunu söylemiştir. Tahminine göre Türklerin karşı taarruza geçme gücü yoktu ancak iç kesimlere çekilip savaşmaya devam edeceklerdi[63].
Yunanistan’dan gelen Kral Konstantin’in orduya ilerleme ve Ankara’yı ele geçirme talimatı vermesinin ardından Korgeneral Papulas komutasındaki Yunan ordusu, 14 Ağustos 1921’de ileri harekata başlamıştır. 22 Ağustos’ta Sakarya Nehri boyundaki Türk asıl mevzileriyle temasa geçilerek, 22 gün geceli gündüzlü ve çok kanlı geçen muharebenin ardından Yunan ordusu bir daha geri dönmemek üzere eski hatlarına geri çekilmiştir[64]. Türkler adına tam manasıyla bir zafer olan Sakarya Meydan Muharebesi’nin ardından inisiyatif tamamen Türk ordusuna geçmiştir. Sakarya, Yunan ordusu için felaketin başlangıcıdır. Yunanlıların Sakarya’da kesin bir yenilgi alarak geri çekilmesi Henry Wilson’ı şaşırtmamıştır. Kendisi hakkında değerli bir biyografi kaleme alan Tümgeneral Callwell’ın şu cümleleri önemlidir:
Sör Henry’nin beklediği ve başından beri durumun böyle olacağını öngördüğü gibi, Yunanlıların tamamen geri çekildikleri yönünde haberler geliyordu. Ancak Lloyd George’un cesaretlendirmesi ve onayıyla teşvik edilen Helen hırslarının neden olduğu kötülüğün tam ölçüsü, önümüzdeki birkaç ay boyunca tam olarak ortaya çıkmayacaktı. Henry Wilson’ın bu konudaki değerlendirmelerinin doğruluğunun geçmişi 1919 yılına kadar uzanıyordu. Sör Henry, Yunan Hükûmeti’nin eylemlerine yalnızca askerî gerekçelerle ve Yunan ordusunun taarruzunun felaketle sonuçlanacağını öngördüğü için itiraz etmedi. Anadolu’da çoğunluk olarak Türklerin yaşadığı gerçek Türk topraklarını savunan Türk Milliyetçilerine sempatisi olduğu ve İngilizlerle Türkler arasındaki eski dostluğun yeniden canlandırılması gerektiğine güçlü bir şekilde inandığı için de Yunan ilerleyişini onaylamadı. 1913’te İstanbul’u ziyareti sırasında o kadim dostluğun kaybı ve bunun nedeni konusunda öğrendiklerinden çok etkilenmişti”[65].
Sakarya Meydan Muharebesi’nin ardından İngiltere’de işler karışmıştır. Politikacılar, içinde bulunulan çıkmazdan sıyrılmak için bir yol bulmaya çalışırken, İngiliz Genelkurmayı 1 Ekim 1921 tarihinde son derece ayrıntılı bir rapor hazırlamıştır. Raporda Yunan taarruzunun amacı, hedefleri, muharebenin nasıl geliştiği, yenilginin nedenleri, her iki ordunun mevcut durumu ve gelecekte olabileceklere dair tahminler analiz edilmiş, yenilginin nedenleri 11 ana başlık ve 8 alt başlık hâlinde incelenmiştir. Rapora göre Yunan ordusu kendisine aşırı güvenmiş ve karmakarışık bir taarruz planı hazırlanmıştır. İstihbarat faaliyetleri zayıf olduğu için Türkler hakkında toplanan bilgiler son derece sınırlı kalmıştır. Ordu içi haberleşme, ulaştırma ve cepheye her türden cephane yetiştirme hususunda büyük aksaklıklar yaşandığı tespit edilmiştir. Gerçekten de 14 Ağustos 1921’de üç koldan başlayan ileri harekâtta ordu, tam dokuz gün boyunca kavurucu bir sıcakta zorlu şartlar altında ilerlemek zorunda kalmıştır. Bu ileri harekât esnasında ulaştırma ve iaşe hususunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Nitekim ordu Anadolu içlerine ilerledikçe merkezden, yani ana tedarik üssünden uzaklaşmış, ikmal hattı uzamış, mevcut sorunlar ağırlaşırken üstüne yenileri eklenmiştir[66].
Raporun ilerleyen bölümünde “Türk ordusunun mevcut durumu” alt başlıklar hâlinde incelenmiş ve Türk genel karargâhı ve komutanların orduya hâkim olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca, 160 km’yi bulan geri çekilme esnasında orduda büyük bir dağılma yaşanmaması dikkat çekici bir meziyet olarak değerlendirilmiş, Sakarya Meydan Muharebesi esnasında kurmay heyetinin zor taktik koşullar altında gösterdiği komutanlık övülmüştür. Türk askerlerinin çok iyi savaştığı, süvarinin atak olduğu, topçuların gerektiği gibi kullanıldığı vurgulanmıştır. Gizli bir kaynaktan elde edilen bilgiye göre Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinden malzeme ve cephane temin edilmekte olduğu, böylece Türklerin Bolşeviklere olan bağımlılıklarının git gide azalacağı belirtilmektedir. Ordunun morali iyidir. Elde edilen zaferle sadece askerlerin değil, tüm Anadolu’nun morali artmıştır. “Mustafa Kemal’in Durumu” başlığı altında ise şu çarpıcı tespitler yapılmıştır:
Bu muharebenin ardından Mustafa Kemal’in itibarının büyük ölçüde arttığına hiç şüphe yok. Eskiden hükûmete karşı sorumlu bir başbakan konumundayken, şimdi neredeyse tek adam konumunda görünüyor. Enver Paşa’nın Anadolu’ya dönüşü tehlikesi de ortadan kalkmıştır. Mustafa Kemal ve ordusu askerî pozisyon bakımından o kadar güçlü bir konumda ki, barış görüşmelerinin yeniden başlaması durumunda siyasi taleplerini yumuşatması için hiçbir neden yok[67].
“Yunan ordusunun mevcut durumu” başlığı altında ise Yunan ordusunun liderlerine olan güvenini kaybettiği, bunun ordu içindeki siyasi çekişmeyi iyice arttıracağı, komuta kademesinin savaşın ilk döneminde iyi iş çıkardığı ancak muharebenin en kritik döneminde Türkler tarafından ustaca hamlelerle mağlup edilerek başarısız oldukları belirtilmiştir. Burada yenilginin asıl nedeninin Türk komuta kademesine yani Mustafa Kemal Paşa’nın ustaca taktiklerine bağlanması dikkate değerdir.
Raporun sonuç kısmı, 1921 başından beri hazırlanan raporlarda yapılan tespitler hususunda haklı çıkmanın verdiği hazla şöyle başlamaktadır: “Genelkurmay, daha önce hazırlanan raporlarda Yunan ordusunun başlangıçta bir miktar başarı elde etmesi mümkün görünmesine rağmen, kesin bir zafer elde edeceğine dair hiçbir umut görmediğini belirtmişti. Son olayların seyri bu görüşü doğrulamıştır. Yunan ordusu Türk milliyetçilerine herhangi bir şeyi dayatma hususunda bir araç olmaktan çıkmıştır. Yunanistan için gelecek daha karanlıktır.” Bu cümlelerin ardından Türklerin silah, cephane ve savaş malzemesi temini konusunda artık sadece Bolşeviklere bağlı olmadığı, Avrupalı devletlerden de bunları alabildiği, zaman ilerledikçe Türklerin Yunanlılara karşı etkinliğini arttıracağı belirtilmiştir. Bu nedenle Genelkurmay, Yunanlıların askerî operasyonlara devam etmesinin artık bir şey kazandırmayacağını ve bundan sonra izlenecek en iyi politikanın elde tutulan toprakları müzakere kozu olarak kullanıp, Mustafa Kemal Paşa ile derhâl barış müzakerelerine başlanması olduğunu tavsiye etmiştir[68].
Sakarya Meydan Muharebesi’nin ardından inisiyatif.in tamamen Türklerin eline geçtiğini bilen İngiliz Genelkurmayı, bu dönemde arka arkaya raporlar yazarak politikacıları derhâl barış için harekete geçmeye çağırmıştır. Nitekim askerler Mustafa Kemal Paşa’nın tek amacının Yunan ordusunun tamamını Anadolu’dan atmak olduğunu bilmekte, zamanın Türklerin lehine geliştiğini ve Türk ordusunun gelecekte daha güçlü hâle geleceğini öngörmekteydiler. Bu nedenledir ki yukarıda verilen raporda “Yunanistan için gelecek daha karanlıktır” denirken, olası bir Yunan mağlubiyetinin ardından İstanbul veya Çanakkale’deki zayıf İngiliz birliklerinin Türklerle karşı karşıya gelmesinden korkulmaktaydı.
Ekim ayında hazırlanan kapsamlı raporun ardından 3 Kasım 1921’de yeni bir rapor daha kaleme alan Henry Wilson, Yunan ordusunun çeşitli nedenlerden dolayı artık Türkler üzerinde herhangi tehdit yaratamayacağını ve taarruza geçmesinin imkânsız olduğunu belirtmiştir. Yunanlılar için en iyi yol, daha fazla geri çekilme ve müzakere kozlarının kaybı riskiyle karşı karşıya kalmadan hemen barış müzakerelerine başlamaktan ibarettir. General Harington ise Yunan ordusunun artık kendi hükûmetine itibar etmediğini ve operasyonlar sonucunda cesaretlerinin kırıldığını ifade ederken, Yunan tahminlerine göre ordunun tüfek gücünün 50.000 asker olduğunu, bazı kaynaklardan edinilen bilgilere göre Türklerin 1922 yılı baharında 100.000 tüfek sayısına ulaşabileceklerini belirttikten sonra şöyle demiştir: “Sayısal üstünlükten daha önemli olan şey, Türk komuta kademesinin kararlılığı ve tecrübesinin yanında ordunun yükselen moralidir[69]”.
1 Kasım 1921 tarihinde yapılan Kabine toplantısında Genelkurmay raporlarına ek olarak aslında mevcut durumun daha kötü olduğu, Yunan ordusunun moral olarak bitik vaziyette bulunduğu ve Yunan Hükûmeti’nin siyasi konumunun istikrarsız olduğuna dair kanıtlar sunulmuştur.[70] Bu dönemde Londra’nın canını en çok sıkan husus, Fransa’nın İngilizlere haber vermeden Ankara Hükûmeti ile bir anlaşma (21 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması) imzalamasıdır.[71] Eğer Fransızlar Mustafa Kemal Paşa ile anlaşıp İstanbul’dan çekilirse, bu durumun Harington’ın zor pozisyonunu daha güç duruma sokacağı kesindi. Dışişleri Bakanlığının sorduğu soru üzerine, bu durumda neler yapılması gerektiğine dair Genelkurmay Başkanından şu yanıt gelmiştir:
Fransızlara yazarak bu ayrı eylemlerinin bizi tamamen serbest bıraktığını söyleyin. Ardından Mustafa Kemal’e İzmir, Boğazlar, İstanbul, Trakya ve Edirne’yi devralabileceğini, Türkiye’den tamamen çekileceğimizi ve eskiden olduğu gibi dostluk günlerine geri döneceğimizi bildirin. Sonra Yunanlılara şunu söyleyin: Venizelos ve Lloyd George’un yönlendirmesiyle genişlemeyi denediler. Kendi çöküşlerine ve herkesin tehlikesine yol açtılar ve bu nedenle yeniden küçülmeleri gerekiyor. Kısacası, politikamızı tamamen tersine çevirin ve Yunanlılar yerine Türklerle dost olun. Worthy [Savaş Bakanı Worthington Evans] Lloyd George’un bunu asla yapmayacağını söyledi. Curzon da yapmazdı. Doğrudur, ama Worthy’ye dediğim gibi, tek fark, güzelce İstanbul’dan çekilmek yerine zamanı geldiğinde kovulacağız[72].
Genelkurmay Başkanının ardından bu sefer Savaş Bakanı 9 Kasım 1921’de bir muhtıra hazırlayarak Kabineye sunmuş ve İstanbul dâhil tüm Türk topraklarından çekilmeyi ve Mustafa Kemal Paşa ile dost olunması gerektiğini tavsiye etmiştir: “Mustafa Kemal’e Türkler ve Yunanlılar arasında bir çözüm sağlama arzusunda olduğumuzu ve arabuluculuk yapabileceğimizi derhâl iletmeliyiz. Türkleri karşılık beklemeden tarafsız olduğumuza ve onlarla dostluk çerçevesinde yaşamak istediğimize ikna etmek için askerlerimizi derhâl Türk topraklarından geri çekeceğimizi bildirmeliyiz”[73]. Genelkurmay Başkanlığı ve Savaş Bakanlığı iki yıldır aynı yerde durmakta, Henry Wilson uzun zamandır politikacılara; “Türkiye’den çekilin ve Yunanlılar yerine Türklerle dost olun” görüşünü ısrarla tekrarlamaktaydı. Ancak Türk yanlısı görüşleri nedeniyle Lloyd George tarafından dışlanmış vaziyetteydi. Wilson, 14 Aralık 1921’de Harington’a yazdığı mektupta şöyle demiştir:
İstanbul’dan tamamen çıkana kadar hiçbir şekilde iyi bir sonuç elde edemeyeceğiz ve kesinlikle Türklerle dost olmadıkça olumlu bir neticeye ulaşamayacağız. Önceki gün Montagu’ya Lloyd George’u bu görüş doğrultusunda yönlendirme hususunda herhangi bir ilerleme kaydedip kaydetmediğini sordum. Cevabı ‘Kesinlikle hiçbir ilerleme yok’ oldu ve ekledi ‘Sen yasaklandın çünkü Lloyd George seni Türk yanlısı olarak görüyor’[74].
Sakarya Meydan Muharebesi’nin ardından yaklaşık bir yıl süren bir bekleyiş sürecine girilmiş, silahlar susmuş ve diplomatik girişimler hızlanmıştır. Nitekim 7 Ekim 1921 tarihinde Kabineye bir muhtıra sunan Lord Curzon, Yunanlılar ve Türkler arasında daha fazla arabuluculuk yapmanın zamanının geldiğini, zira her iki tarafın da bitkin ve çıkmazda olduğunu yazdı. Yunanlılara ve Türklere sunulacak yeni şartları belirleyecek bir İtilaf konferansının toplanması gerektiğini bildirdi[75]. Bu çerçevede, 22 Mart 1922’de Paris’te toplanan İtilaf Devletleri temsilcileri, Türkler ve Yunanlılar için yeni bir mütareke ve barış koşulları üzerinde çalışmaya başladı. Beş gün içinde yapılan on oturumun ardından hazırlanan 25 maddelik İtilaf şartları her iki tarafa da sunuldu. Ancak, Misakımillî’yi uygulama konusundaki kararlılığını sürdüren Ankara Hükûmeti bu şartları kabul etmedi. Sonuç olarak, İtilaf devletlerinin önerilerinin bir uzlaşma sağlamayacağı kısa sürede anlaşıldı[76].
İngiliz Genelkurmayı ise Mustafa Kemal Paşa ile anlaşılarak Anadolu’daki durumdan en az zararla kurtulmanın ve İngilizlerin karşı karşıya olduğu sorunlara odaklanmanın zamanı geldiğini savunuyordu. Anadolu’daki durumun Filistin’den Mezopotamya’ya ve hatta Hindistan’a kadar uzanan İngiliz çıkarlarını ve bu bölgelerdeki tüm faaliyetlerini etkilediği belirtiliyordu[77]. Bu dönemde Kabine içinde de Genelkurmayın görüşlerini destekleyenlerin sayısı artmaktaydı. Koloniler Bakanlığı gibi bazı bakanlıklar ve diplomatlar Mustafa Kemal Paşa ile anlaşılması gerektiğini düşünmekteydiler[78]. 1922 bahar ayları geldiğinde, Harington’ın deyimiyle mali durumları iyice bozulmaya başlayan ve savaşmaktan yorulan Yunanlıların durumu kötüye gidiyordu[79]. 3 Haziran 1922 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına bir mesaj gönderen Harington, bir kez daha İstanbul’un tahliye edilmesini önerdi zira elindeki yetersiz kuvvetle Türklere bir şey dayatmak mümkün değildi[80]. Bu arada cepheyi tekrar ziyaret eden Albay Nairne, tıpkı bir sene önce olduğu gibi, yine son derece iyimser raporlar kaleme alıyordu. Yunan ordusunun yeni Başkomutanı Hatzianestis ile cepheyi dolaşan Nairne’in gözlemlerine göre Yunan ordusu gayet iyi durumdaydı. Ordu iyi donatılmıştı, moraller yüksekti ve eğitimleri iyi seviyedeydi. Ordunun başarı kazanacağına dair kendine güveni tamdı. Türkler taarruza kalkarsa başarıyla durdurduktan sonra hırsla kovalayacaklardı. Albay Nairne Yunan ordusunun moralini ve askerlerin durumunu överken, aslında açık şekilde kandırılmıştı. Gerçekte ordunun morali iyi değildi. Albay Nairne’in raporu, Yunan asker ve subaylarının aslında kaybettiklerini bildikleri bir savaşın yarattığı moral bozukluğunu azımsama eğiliminden ibaretti. Uzun süredir evlerinden ayrı olan askerler maaşlarını zamanında alamıyorlardı ve ordu içindeki siyasi hizipleşme ve memnuniyetsizlik had safhadaydı[81]. Aslında Yunanlılar dahi Sakarya Meydan Muharebesi’nde yaşaman hezimetin ardından Anadolu’da işlerinin bittiğinin farkındaydılar. General Metaksas’a bir mektup gönderen Prens Andrew (Yunan ordusu Sakarya’dan geri çekilirken II. Kolordu komutanıydı) şunları yazmıştır:
Mevcut cephemizi savunmak imkânsız değilse de çok zor. Bu durumda geri atılma ihtimalimiz çok yüksek. Ordunun durumu bana fazla güven vermiyor. Taarruz ruhu tükendi. Anadolu kabusundan bizi kurtaracak bir şey hemen yapılmak zorunda. Hemen gerçeklerle yüzleşmeliyiz. Sonuçta hangisi daha iyi? Denize dökülmek mi, hakkımızdan gelinmeden önce kaçmak mı?
Michael Smith’in Yunan ordusuyla ilgili eserinde yaptığı şu saptama önemlidir: “Yunan ordusu, 1922 yazına gelindiğinde içi kurtlar tarafından yenilmiş bir elma gibiydi. Görünüşte bir bütündü ve sözüm ona sağlamdı. Ancak ilk keskin darbede dağılmaya hazırdı. Kimse Yunanlıların çözülmeye ne kadar yakın olduğunu bilmiyordu”[82].
İngiliz Genelkurmayı Büyük Taarruzdan önceki son kapsamlı raporunu 29 Temmuz 1922’de Savaş Bakanlığı aracılığıyla Kabineye sunmuştur. Beş sayfalık raporun ilk maddesinde, her iki ordunun Ekim 1921’den beri aynı pozisyonda beklediği ve çatışmaların uzun süredir durduğu ifade edilirken, orduların Anadolu’da askerî vaziyeti değiştirecek pozisyondan uzak olduğu ve askerlerin aktif operasyonlara devam etme konusunda isteksiz oldukları belirtilmiştir. İkinci maddede İstanbul civarındaki İtilaf kuvvetlerinin konuşlanmaları ve sayıları verilmiştir. Buna göre İngilizlerin 2.000’den biraz az, Fransızların 2.000’den biraz fazla ve İtalyanların ise 500 kadar askeri mevcuttu. İstanbul Hükûmeti’ne bağlı üç zayıf Türk taburu da hesaba katılırken bunların düzenin korunmasına yardımcı olabileceği, çok fazla güvenilmemesi gerektiğinin altı çizilmiştir.
Daha sonra Trakya’daki Yunan birlikleri hakkında bilgiler verilmiştir. İki Yunan tümeninin Mudanya ve Tekirdağ üzerinden Trakya’ya gönderildiği öğrenilmiştir. Bir sonraki maddede ise eğer Yunan ordusu bölgesini daraltarak geri çekilirse, Bursa-İzmit bölgesine yapılacak muhtemel Türk ilerlemesinin sonuçları üzerinde durulmuştur. Bu raporda en dikkat çeken nokta, İstanbul’daki İtilaf kuvvetlerinin Trakya’dan gelebilecek Yunan taarruzuna ve İzmit tarafından gelebilecek Türk taarruzuna karşı aldıkları önlemlerdir. 1922 yazına gelindiğinde her iki taraftan İstanbul’a gelecek tehdidin eşit görüldüğü, iki ateş arasında kalmaktan korkulduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda İstanbul ve civarını savunmak için iki tümen kuvvete ihtiyaç olduğu ve Fransa ile İtalya’nın Harington’a koşulsuz destek vermesi gerektiği belirtilmiştir.
Temmuz ayında Yunan ordusunun İstanbul üzerine yürüyerek şehri ele geçireceği dedikodularının çıkmasının ardından Anadolu’dan Trakya’ya ciddi miktarda kuvvet sevk edilmesi ve burada yaşanan hareketlilik İngilizlerin dikkatinden kaçmamıştır. 27 Temmuz 1922’de Başkomutan Hatzianestis’in gizlice Trakya’ya gitmesi şüpheleri iyice arttırmıştır. İstanbul’daki Yunan yüksek komiseri ile görüşen Harington, her ne kadar bu ihtimale inanmasa da İstanbul’u gerekirse Yunan ordusuna karşı savunmak için Fransızlar ve İtalyanlarla temaslarını sıklaştırmış ve tedbir almaya çalışmıştır. Durumun ciddiyetinin artması üzerine politikacılar devreye girerek Yunan Hükûmeti uyarılmıştır. Ancak uyarıları dikkate almayan Yunanlılar, 29 Temmuz 1922’de İstanbul’u işgal etmek istediklerini bir nota ile İngiliz Hükûmeti’ne bildirmiş, 31 Temmuz’da ise Yunan ordusunun İstanbul’a girişi için resmen izin istemişlerdir. İtilaf devletlerinin bu talebe cevabı sert olmuş ve Yunan ordusuna karşı tüm önleyici tedbirler alınmıştır. İtilaf devletlerinin kararlı tutumu karşısında geri adım atan Yunanlılar Trakya üzerinden İstanbul’a ilerlemekten vazgeçmek zorunda kalmıştır[83].
Yunanlıların İstanbul’a yönelik askerî harekât ihtimalinin anlatıldığı 29 Temmuz 1922 tarihli Genelkurmay raporu 3 Ağustos’ta Kabinede tüm yönleriyle tartışılmış, Harington’a mevcut tavrını sürdürerek Türk veya Yunan ordusu tarafından İstanbul’a yapılacak her türlü harekata direnmesi talimatı verilmiştir. Dışişleri Bakanlığına da Yunanistan nezdinde diplomatik girişimler yapılması yetkisi verilmiştir[84].
Bu raporda üzerinde durulması gereken nokta, yaklaşık bir ay sonra gerçekleştirilecek Büyük Taarruz öncesinde Türk ordusundaki hazırlık ve hareketliliğin İngiliz Genelkurmayı tarafından tespit edilememesi veya ön görülememesidir. Raporlara ve yazışmalara bakıldığında, İtilaf devletlerinin 1922 yazında Türklerin durumu ve hazırlıklarından çok Yunanlıların İstanbul’u ele geçirmek için yaptığı hamleler üzerine yoğunlaştıkları görülmektedir. 1922 baharından yaz ortasına kadar geçen sürede Türkler tarafından bir taarruz emaresi gelmeyince Mustafa Kemal Paşa’nın taarruz edemeyecek durumda olduğu, etse bile Yunan ordusunu yerinden söküp atamayacağına kanaat getirilmiştir[85]. Yukarıda verilen son raporda belirtildiği gibi, taraflar yaklaşık bir yıldır karşılıklı pozisyonlarında beklemekteydi ve İngiltere’de asker-sivil tüm yetkililerdeki kanaat, bunun böyle devam edeceği yönündeydi. Nitekim 3 Haziran 1922’de Savaş Bakanlığına bir mesaj gönderen Harington, taraflardan hiçbirinin büyük çapta bir asker harekât yapabilecek durumda olmadığını, Anadolu’daki askerî açıdan tam bir kilitlenme yaşandığını, yaşanılan çıkmazın askerî tedbirlerle çözülemeyeceğini ve diplomasinin tek çözüm yolu olduğunu belirtmiştir[86].
İngilizlerin beklemediği şekilde 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz’un ardından Türk Ordusu 9 Eylül’de İzmir’e girmiş ve kısa süre içinde Anadolu’nun tamamı Yunan ordusundan temizlenmiştir. Türk ordusu hızla Çanakkale Boğazı’na doğru ilerlerken, İngiliz Genelkurmayının yaklaşık iki yıldır endişe ettiği ve politikacıları uyardığı senaryo gerçekleşmiştir. Türk ordusu ile zayıf İngiliz birlikleri Çanakkale önlerinde karşı karşıya gelmiş ve bu hadise literatüre “Çanakkale Krizi” olarak geçmiştir[87]. Yeni bir savaşın eşiğine gelinse de bilhassa Harington’ın çabalarıyla bu, son anda önlenmiştir. Neticede 11 Ekim 1922 tarihinde Kurtuluş Savaşını sonlandıran Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.
Sonuç
Mondros Mütarekesi’nin ardından başlayan işgal süreci ve özellikle İngiltere’nin Sevr Antlaşması sonrası izlediği sert politikalar, Anadolu’da güçlü bir Türk direnişinin doğmasına yol açmıştır. Lloyd George hükûmetinin bu direnişi bastırmak ve Sevr Antlaşması’nı uygulatmak amacıyla Yunan ordusunu ön plana çıkararak desteklemesi, Millî Mücadele’yi yürüten Ankara Hükûmeti ile Yunanistan arasında geniş çaplı bir Türk-Yunan savaşına dönüşmüştür. Bu strateji, İngiltere’nin Türkiye’deki zayıf askerî varlığı üzerinde ciddi bir baskı oluşturmuş ve bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirmiştir. İngiliz Genelkurmayı, Lloyd George hükûmetinin politikalarının İngiliz askerî kaynaklarını zorladığını ve bölgedeki İngiliz varlığını tehdit ettiğini öne sürerek bu yaklaşımı eleştirmiştir. Genelkurmay Başkanlığı ve Savaş Bakanlığı, Kabineye sunduğu raporlarda Yunanlıların Türkleri mağlup edemeyeceğini, geleneksel İngiliz siyasetine dönülerek Sovyetlere karşı Türklerin desteklenmesi ve makul bir barış antlaşmasıyla Türklerin dostluğunun kazanılması gerektiği görüşünü sıklıkla dile getirmiştir. Genelkurmay, bu dönemde İngiltere’nin yüzleşmesi gereken daha büyük sorunları olduğunu ve özellikle İrlanda’daki isyan, Mısır’daki ayaklanma, Hindistan’daki huzursuzluklar ve Mezopotamya’daki petrol alanlarının güvenliği gibi konulara odaklanılması gerektiğini vurgulamış, bunun için bir an önce Anadolu’da barışın yapılarak Mustafa Kemal Paşa ile anlaşılması gerektiğini savunmuştur. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın eylemleri Savaş Bakanlığı tarafından yakından izlenmiş, Mustafa Kemal Paşa’nın pozisyonunun yanında Türk ordusunun kısa sürede kaydettiği gelişim her aşamada yakından takip edilmiştir. Anadolu’da halkın Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında toplandığı ve kuvvetlerinin zamanla daha da güçleneceği öngörülmüştür. Millî Mücadele’nin ilk günlerinde Mustafa Kemal Paşa’yı yalnızca bir çete reisi olarak değerlendiren İngiliz siyasetçilerden farklı olarak, İngiliz Genelkurmayı onu siyasi ağırlığı artan, ordusunu güçlendiren ve giderek daha etkili bir komutan olarak görmeye başlamıştır.
Genelkurmay Başkanı Mareşal Henry Wilson en başından itibaren Yunan işgaline karşı çıkarak bunun İngiltere ve Yunanistan’ın mevcut iktisadi ve askerî koşulları nedeniyle sürdürülemez olduğunu ve bu politikanın İngiltere için ciddi bir risk oluşturduğu belirtmiştir. Türklerin bu savaştan galip çıkacağı henüz 1921 yılının başında hazırlanan raporlarda dile getirilmiş, Anadolu’daki işgalin sona erdirilerek İstanbul’un tahliye edilmesi gerektiği, aksi taktirde büyük bir felakete sürüklenmekte olduğu doğru şekilde öngörülmüştür. Yunan ordusunun Anadolu’nun iç kesimlerine ilerlemesiyle er ya da geç büyük bir yenilgiye uğrayacağı ve bu durumun İngiltere için İstanbul ve Çanakkale’de önemli sorunlar yaratabileceği vurgulanmıştır.
Bu çalışmada yapılan tespitlerden anlaşılacağı üzere, sorgulanması gereken en önemli noktalardan biri, Başbakan Lloyd George’un Genelkurmay Başkanlığı ve Savaş Bakanlığı tarafından yapılan stratejik analiz ve değerlendirmeleri hiçbir aşamada ciddiye almamış olmasıdır. Lloyd George’un neredeyse tüm İngiliz generalleri hakkında kötü düşünceleri ve ön yargıları olduğu bilinmedik bir şey değildi. Genel olarak askerlerin geldikleri sosyal sınıftan hoşlanmama ve entelektüel niteliklerden yoksun olmalarını küçümseme eğilimi içindeydi. Kendi görüşü dışında herhangi bir görüşü göz ardı etmeyi ve kendi ön yargılı fikirlerine aykırı görünen her olayı iyimser bir şekilde yorumlamayı seçti. Askerlerin Türk yanlısı olduklarını ve tarafsız kalamadıklarını düşünüyordu. 1938 yılında kaleme aldığı Barış Antlaşmaları Hakkındaki Gerçekler adlı eserinde Türkiye’de yaşananların herhangi bir kısmının sorumluluğunu almayı kararlılıkla reddetti. Yaşanan felaketin asıl nedenini Yunanlıların iç siyasi çekişmeler neticesinde bölünmelerine bağlarken, Kral Konstantin’in izlediği politikalar ve onun “yeteneksiz” generallerini suçladı. Diğer taraftan, müttefikleri Fransız ve İtalyan hükûmetlerinin Türkiye politikasında İngilizlere ihanet ettiğini belirterek, bu devletlerin Türklerin silahlanmasına yardımcı olarak cesaretlendirdiklerini belirtti. İçeride ise hiçbir zaman tutarlı istihbarat bilgisi temin edememekle itham ettiği İngiliz askerî istihbaratını ve Türk yanlısı İngiliz generaller ile muhafazakâr milletvekillerini suçlamayı tercih etti[88].
Neticede iktidarının kontrol edemediği ittifaklar ve koalisyonlardan kaynaklandığını hatırlamak için bu dönemde fazla gururlu olan Lloyd George’un askerî ve siyasi öngörüden uzak tutumu, İngiltere’nin Orta Doğu’da beklenmedik zorluklarla karşılaşmasına neden olmuştur. Türkiye’ye karşı uyguladığı sert işgal politikası nedeniyle Fransa ve İtalya ile kurulan ittifaklarda çatlaklar oluşurken, kendi hükûmeti içinde de giderek daha fazla izole olduğunu çok geç fark eden Lloyd George, Genelkurmayın görüş ve tavsiyelerini önemsemeyerek yaşanan felakette en büyük pay sahibi olmuştur. Genelkurmay Başkanlığının uyarılarına rağmen, İngiltere’nin Türkiye politikasında yaptığı stratejik hatalar, ülkenin siyasi ve askerî itibarını zedelemiştir.
EKLER