ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Ahmet Öğreten

Anahtar Kelimeler: Türk Kültürü, Yada Taşı, XVIII. Yüzyıl, Osmanlı-Rus Savaşları

Türk kültür tarihine baktığımızda, yada taşı diye bilinen taş vasıtası ile, bir nevi sihir yoluyla kar ve yağmur yağdırıldığının pek çok örneklerine rast-lamaktayız. Bu hususta Çin kaynaklarında olduğu gibi Islâm kaynaklarında (Arap, Fars ve Osmanlı) da bilgi vardır. Arapça İslâm kaynaklarında hacerü'l- metar, Farsça kaynaklarda seng-i metar (=yağmur taşı), seng-i ceda (=ceda taşı) diye geçen taşa, muhtelif Türk lehçelerinden Yakutça'da sata, Altayca'da çata, Kıpçak grubu lehçelerde cay adı verilmektedir[1].

Yağmur taşmı, yat* ( يت )diye isimlendiren Kaşgaıiı Mallmud, "Bir türlü kamlik (kahinliktir). Belli başlı taşlarla (yada taşı ile) yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır; rüzgâr estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi: bu sürede kar yağdırıldı ve Ulu Tanrı'nın izniyle yangın söndürüldü”[2] demektedir. Ayni eserde yat ( يات ) karşılığı olarak, "Taşlarla yağmur ve rüzgâr İçin yapılan kamlik[3]; taşlarla yağmur ve rüzgâr İçin yapılan kanilik, yada taşı ile yapılan bir türlü kanilik, kâhinlik"; yatlamak, yada taşı ile efsun yapmak, yatlatmak., yada taşı ile okutmak, denilmektedir.

Kaşgarlı, yat kelimesinin kullanılış şeklini örneklerken de şu açıklamaları yapmaktadır: Yatladı ( يتلادي ): "Yatçı yatladı ياتجى يتلادى= şaman yada taşı ile efsun yaptı", (şaman yada taşıyle yağmur yağdırmak için efsun yaptı)[85]. Yatlattı ( يتلتى ): "Bey yatlattı ( بك يتني )= Bey yada taşına okuttu", (Bey kama, şamana yada taşıyle kamlık yaptırdı; bu yüzden rüzgâr esti, yağmur geldi).Yatlatur-yatlatmak ( يتنور - يتاق ) Bu, Türk ülkelerinde bilinmiş bir şeydir. Yüce Tanrı'nın izniyle yada taşına okumakla yağmur, soğuk, rüzgâr getirilir[6]. Görüldüğü gibi, Kaşgarh eserinde yada yapan kişiyi "yatcı" kelimesi ile ifade ettiği halde, mütercim bunu "şaman ve kam" kelimeleri ile açıklamaya çalışmıştır.

Bu taşın adının İmlası da kaynaklarda şu şekillerdedir: yat ( يات ), yede (يدا ), yada ( يادا ), cede ( جد٠ ): bu İşle uğraşanlara da yatçı, yedeci, yadaa, cedeci denir[7]. Ahmed Veftk Paşa, Lehçe-i Osmani’sinde yeda ( يدا ) ve yede ( يدا) (çoğulu eyâdî) ve çemseddin Sami Kamûs-ı Türki'sinde yeda yahut yede (يدا - يدا ) imlâsını kullanmışlardır[8]. Hüseyin Kâzım Kadri ise Türk Lugati'nda يدا ‘ يادا ٠ يدا (Latin imlâsı iede, yede, yada şeklinde) İmlâlarını bir arada tercih etmiş ve büyü, sihir, efsun manası vermiştir[9] .Yine Şemseddin Sami, "sert ve kıymetli yeşil taş", diye tarif ettiği yeşem taşının karşılığı olarak da yede ve yeda imlalarım kaydetmiştir[10].

Rusça bir eserde yada İçin şöyle kaydediliyor: iede يدا , yada يدا , cede جدا taşı, sihirli taş, bezoar. Türkçe ve Çağatayca. Gücüyle kar ve yağmurun yağması ve durdurulması sağlanmakta. Arapça حجرالمطر [=hacerû'l-metar], Farsça سنك يدا [=seng-i yede], Moğolca dzada yağmurlu[11]. Yadacı, yedeci karşılığı olarak da, yada gücü ile havanın durumunu değiştiren sihirbaz. kâhin. Yadacılık: Sihirli, Altayca yadala veya yadakılmak, yadanm gücü ile yağ- mur veya bulutsuz açık hava çağırmak[12]. Diğer bir yerde de, yada/cada taşı ile yağmur yağdıran sihirbazlara yağmurcu denir, kaydı yer almaktadır[13]. Uygur Sözlüğü’nde ise, Osmanlıca'sı yadaçı diye kaydedilen yadçı kelimesine "sihirbaz" manası verilmiştir[14].

Kırgız Sözlüğü'nde de, "cay taş: Güya koyun işkembesinde bulunan ve yağmur yağdırma hassasına malik olan küçük taş” denilmektedir[15].

Tarama Sözlüğü, "yada taşı, eskiden usûlüne göre kullanılınca yağmur yağdırdığına inandan bir taş, yağmur taşı"[16] derken, bir İngilizce sözlükte, "yede, Cebrail tarafından Nuh Peygamber'e verildiği bilinen bir taştır. Yağmurun yağışına ve yağan yağmurun konüolüne vesile olur" denilmektedir[17].

Farisî lügatlarından Ferhengi Ziya'da "Seng-i yede, sihir yahut mucize kabilinden yağmur celbeden bir nevi taş." kaydından sonra, yada'nın yeşim taşı olduğu, yeşim taşının Türkler tarafından yada ittihaz edildiği belirtilmek-tedir[18]. Cede taşı ( جدانا ض) başlığını kullanan diğer eser, "yede taşıdır, buna yede ( يده ) taşı, yeda ( با ) taşı ve yade ( :دد ) taşı da derler. Arapçası hacerü'l-metar ( حجر ائلر )'dır" derken[19] bir diğer eserde, seng-i yede, gökyüzüne karşı koyup özel bir efsun verdikleri zaman yağmur yağdıran bir taştır. Daha çok Türkler'in işidir. Ekbernâme’den anlaşıldığına göre Said Eşref, Rezmiye'de şöyle diyor: "Seng-i yede', ok yağdırmak için o kargaşada [yani muharebe esnasında] silah görevi yapmışur. Yede iyi etkili bir taştır."[20]

Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’de, Yeşm maddesinde, Eski Eserler Ansiklopedisi'ne dayanarak şu açıklamayı yapıyor: "En eski bir Türk antikasıdır. Eski milletler buna yağmur taşı derler. Yat da tabir ederler. Yat; kehanet demektir. Yatlamak sihir yaptırmak demektir. Eski Türkler bu taşla sihir yapıp yağmur yağdırırlardı derler."[21]

Sanat Ansiklopedisi bir taşı iki ayrı imlâda ve iki ayrı madde halinde almış ve birbirini tamamlayıcı nitelikte açıklamalar yapmıştır. "Yada: Öz Türkçe'de sihir manasını ifade eder. Yarım şeffaf bir silikat taştır ki, Çağatayca'da ve Osmanlıca'da yeşim denir. Eskiden Türkler bn taştan put yaparlardı. Yağmur yağdırmak için bu taşa efsun okunarak suya atılırdı. Nefrit denilen böbrek sancılarını tedavi ettiği itikadında bulunulurdu. Türkler ve Çinlilerce bu taş fazilet ve kemâlin timsalidir. Terkibindeki krom u hadidin nisbetine göre muhtelif renkte olur. Bazı Türk lehçelerinde buna çada da derler."[22]

Yede maddesinde ise şu açıklama yapılmıştır: "(Os. Senk-i yede) Yeda, yada, yeşim ve yağmur boncuğu veya taşı dahi denilen silisiyet-i alumin (Fr. Silicate d'alumine) ve kalsiyumla magnezyumdan ibaret zeytin yeşili renginde sert bir taştır. Arapça'da hacer-ül matar ( جر ’لمطر ) denir. Eski Türkler'de bu taşın sihirli bir hassası olduğuna inanılır ve bundan put yapılırdı. Bu taş kurban kanı sürüldüğü veya suya atıldığı vakit yağmur yağdığı hakkında bir itikad vardı. Sihir ve efsun manasına da gelir"[23] .

Burada taşın terkibi yapısı hakkında verilen bilgi, yağmur taşının yeşim ile aynı kabül edilmesi esasına dayandırılmasından ibarettir. Halbuki ileride vereceğimiz bilgilerden de anlaşılacağı gibi, yada ile yeşim'in aynı şeyler olduğu hususunda bir ittifak yoktur. Bu taştan eski Türklerin put yaptıkları ifadesine gelince: Bazı araştırıcılar ve ikinci el kaynak durumundaki bazı eserlerin müellifleri, "yet/yat ( يت ) yapmak" tabirini "put ( يت) yapmak" şeklinde hatalı okumuşlar, değerlendirmişler ve nakletmişlerdir. Bunun bir istinsah hatasından kaynaklandığını da gözden uzak tutmamak lâzımdır. Hatta bu kelimeyi "b t" harfleri ile (büt veya bet okumak mümkündür) kaydedenler de olmuştur[24]. Buradaki eski Türkler’in put yaptıkları ifadesi de böylesi bir yanlışlığa istinaden olsa gerektir[25].

Muhtasar bir çalışmada da, yada taşı ile kehanet, başlığı altında, "Eski Türk kamlarının en önemli özelliklerinden birisi de yada-yede-cada-cede gibi adlarla anılan yağmur taşı vasıtasıyle kâhinlik edip, hava durumunu değiştirme özelliğine sahip olmadır. Bu taş vasıtasıyle kamların kar, yağmur, dolu yağdırıp, rüzgâr estirmeleri, fırtına çıkarmaları mümkündür," denilmektedir[26].

Yada taşı ile ilgili ilk haberlere Çin kaynaklarında da rasdanmaktadır. T'ang Sülâlesi tarihine göre, "Türkler'in büyük ataları Hunlar'ın kuzeyinde bulunan Suo sülâlesinden idi. Oymağın başbuğu A-p'ang-pu idi. Bunlar yetmiş kardeş idi. Birincisi dişi kurttan türemiş olup adı İ-chih-ni-shih-tou idi. A- p'ang-pu ve kardeşleri doğuşdan budala oldukları için onların bütün sülâlesi imha edildi. Ni-shih-tou tabiat üstü husüsiyetlere malikti; yağmur yağdırıp, fırtına çıkarabilirdi..."[27]

Diğer rivayet ise şöyledir: Çin kaynaklarının naklettiğine göre, Göktürkler’in kurttan türeyişle ilgili efsanelerinden birinde, Göktürkler'in atalarının kabile reisinin onyedi kardeşinin olduğu, bunlardan birisinin adı I-chih-ni- shih-tou olup kurttan doğmuş olduğu ve diğerlerinden farklı olduğu belirtilmektedir. Tabiat üstü bir kudrete ve özelliklere sahip olan Ichih-ni-shih- tou, yağmurun yağması, rüzgârın esmesi hususunda emirler verebiliyordu[28]. Bu da onlara ataları Hunlar’dan geliyordu. Zira Hunlar düşmanlarına karşı, yağmur, dolu ve kar yağdırarak veya fıruna ve rüzgâr çıkararak onları mağlup ediyor ve bunu yapabilen kâhinlere sahip bulunuyorlardı. Onların V. asırda kuvvetlenen Cücen (Juan-juan) lerin bir istilâsına karşı kendilerini bu sayede korudukları kaydedilmiştir[29].

Başka bir yerde 449 yılı olaylarından bahsedilirken şöyle bir kayıt vardır: "Evvelce Kuzey Hunları'nın idaresinde bulunan Yüeban ahalisinde öyle kâhinler vardır ki, Cücen'lerin saldırışlarına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur yağdırdılar, fırtına çıkardılar. Cücenlerin onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı."[30]

Altay-Türk masallarından olan Kara-atlı Han Masalı'nın kahramanlarından Kara-atlı Han'ın oğlunun üstün kuvvet ve cesareti yanında, attığı nâra ile dokuz karış kar yağdırdığı, her yandan rüzgâr çıktığı zikredilmektedir[31].

Alplerin silahları arasında yada taşı vardır. Destanlara göre alpler, bu taşın sihri kuvvetleri ile havayı istedikleri gibi değiştirebilirler, yağmur, kar, dohı yağdırırlar. İsterlerse buludan dağıtıp havayı açarlar. Manas Destanı'na göre, Alp Almanbet çok çok usta bir yadacı idi. Yada (cada, cay) geleneği bozkır destanlarında çok önemli yer tutar[32].

Abbasî Halifesi Me'mun (M.813-833), yağmur taşı hakkında kendisine ulaşan duyumlar üzerine, teferruatlı araştırmalar yapıp bilgi toplaması için güvenilir adamlarını görevlendirmiştir. Bunlar Müslüman Türkleri toplayarak yada hakkında bilgi almak istemişlerdir. Her ne kadar yada ile yağmur yağdırıldığını öğrenmişlerse de, teferruata dair bir şey elde edememişlerdir[33].

X.-XI. yüzyıldan itibaren İslâm kaynaklarında yada hakkındaki bilgilere daha sıkça rastlanmaktadır. Firdevsî'nin (939-1020) Şehname'sinde, yada; Moğolca ced, yadacılık, cedecilik, cadılık ve bu işin sihir olduğu; Tuluy Han zamanında yağdırma olayından ve Hıtay askerinin perişan olduğundan, Bazur adında bir sihirbazın efsunla yağmur yağdırdığından bahsedilmektedir[34].

Kazvinî (1203-1283), kozmoğrafya’ya dair olan eserinde hacerü'l-metar (=yağmur taşı) başlığı altında yada taşı ile ilgili şu açıklamayı yapıyor: "Türk memleketlerinden getirilir. Çeşitli renklerdedir. Bir şey içindeki suya konul-duğunda, gökyüzü bulutlanır ve yağmur yağar, hava soğur ve kar yağar. Bu meşhur bir iştir. Ben bu şekilde yağmur yağdırıldığını gören birisini gördüm."[35]

Eski Türk Tarihi sahasındaki araştırmaları ile tanınan Faruk Sümer: "X. yüzyılda Türk memleketlerini gezdiğini iddia eden Arap müellifi Ebtı Dulef Mis'ar İbni Mühelhel, İrtiş boylarında oturan Kimek (yahut Yemek) adındaki büyük Türk kavminden bahsederken, onların her istedikleri vakit yağmuru celbeden bir taşları olduğunu belirttikten sonra, bu hadiseyi gözüyle gördüğünü bildiren ilk müellif, büyük Türk alimi Kaşgarlı Mahmud'dur." Diyor[36].

Hicrî 355'de (M.966) eserini yazan Makdîsî de, Türkler arasında istediği zaman kar ve dolu yağdıran adamların mevcut olduğundan bahsetmektedir[37].

Ünlü sosyolag İbni Haldun (M.1334-1406) Mukaddime adlı eserinde, Sultan ülkesinde ve Türk ülkesinde, bulutları sihirleyerek belli ve muayyen topraklara yağmur yağdıran sihirbazlar bulunduğunu işittiğini belirtirken[38], Ebu'l-Abbas İbn Muhammed İbn Isâ el-Mervezî, Oğuzlar, Dokuz Oğuzlar ve Karluklar'la komşu Horasan sınırında bulunan Türkler arasında istedikleri zaman yağmur ve kar yağdıran ve fırtına çıkartan adamlar bulunduğunu işittiğini kaydetmektedir[39].

Yusuf el-Tifâşî (ölümü 1253), Harzemşah Alâeddin Muhammed'in (ölümü 1220) ordusunda bulunan bir Türk'ün, istediği zaman yağmur yağdırdığını söylüyor[40].

Taşköprülüzâde Ahmed Efendi (03.12.1495-16.04.1561) tarafından Arapça olarak kaleme alınıp oğlu Kemaleddin Mehmed Efendi (1552- 1621)'nin Osmanlı Türkçesi'ne kazandırdığı Mevzûatü'l-ulûm'da., yada taşı ile ilgili şu bilgi verilmektedir: Türkler'den bazı idraksiz taifenin, yağmurların meydana gelişini veya uzaklaştırılmasını sağlayabildiklerini iddia ederler. İnceleyip tecrübe etmemiş olan şehirler halkı bile bunu tasdik ederler. Öyle bildirirler ki, efsun veyahut Allah tarafından, şefaat yolu ile yağmur yağdırır veya yağan yağmuru uzaklaştırırlar. Bu büyük bir dolap, kuvvetli bir hile ve fitnedir. Bu durum avamdan ve sıradan boş insanlardan pek çoğu için ibret ve sapıklık sebebidir. Yine bu türden olarak bazı dağlı Türkler yanında bir taş vardır ki, sanıldığına göre yağmuru celbedicidir. Hepsi onu bilirler. Su içine koyarlar, sihre benzer bazı şeyler de yaparlar ve haşa küfrü gerektiren bazı sözler söylerler. Merhum müellif şöyle ifade eder: "Türkler'den bu işi görenler ve yaşayanlardan ben şöyle işittim. Dediler ki: O durumda gökyüzünden yağmur yağar ve iddiaları gerçekleşir. Hatta yapılan işin tesiri o kadar süratlidir ki, bir atın başı kar altında ve yağmurda gömülmüş iken, diğer yarısı güneş altında ısınır olur. Bunu defalarca görmüşüzdür." demiştir. Nice idareden aciz akılsız ve ahmak buna son derece şaşırarak, yapılan bu işi, yerine göre velilik ve kerametlerine yorarlar[41].

Şâbân Şifaî[42] Risâle-i şifaiyye fî beyân-ı envâ’-i ahcâr adlı eserinde, şu nakilde bulunmaktadır: "Cumhûr-ı Türkân müttefiklerdir ki, her nerede bu yağmur taşı kullanılırsa kar ve yağmur ne isterlerse o yerde ve o yere yakın olan yerlerde mutlaka eserleri zuhur edip istedikleri kar ve yağmur yağar. Cumhûr-ı Türkândan bir cemaat, o taşın özelliklerine vâkıf olmakla o mertebe mehâretleri vardır ki, isterlerse yazın güneş Esed Burcu'nda iken yağmur, kar ve dolu yağmak, çok şiddetli rüzgâr esmek gibi acaib eserleri, o taşların vasıtası ile zuhura getirirler. Bir derecede ki, kasabalar ve köylerden birinin bir tarafına kar, yağmur ve dolu yağdırır, diğer tarafında güneş meydanda ve hava da lâtif olur. Bazıları, yağmur için başka, kar ve dolu ve havanın değişmesi ve rüzgâr ve toz için başka başka taşlar vardır, demişlerdir. Amma rivayet edenlerin çoğuna göre bu bir nevidir ki, seng-i yede veya hacer-i metar derler.... Bir yerde onlardan [bu sanata vâkıf olanlardan] birkaç şahıs toplanırsa, biri kar, biri yağmur, biri dolu yağmasına gayret edip kudret sahibi olan Cenâb-ı Hak, lütuf ve kereminden, her birinin sa’y ve gayretine göre de tesirini halk eder. Ama biri bulunursa kar ve yağmur ve sair garip eserlerden hangisini diliyorsa ancak onu yapar." Demişlerdir[43].

Kar ve dolu taşı ile, yağmur taşının aynı taş mı olduğu hususunda anlaş-mazlık vardır, ikisinin de aynı olduğu düşüncesini benimseyenlere göre, bu etkinin derecesine göre ya yağmur veya kar, dolu yağar[44]. Şaban Şifaî bunların ayrı taşlar olduğu kanaatinde olmalı ki, dolu taşı'nı ayrı bir başlık altında ayrıca ele almıştır. Şifaî, hacerü'l-berd dediği dolu taşı için, şu nakilde bulu-nuyor: Nasır Tûsî[45] (1201-1274) Tansuknâme’de[46], "Ol taşa Fârisî'de büzürk mühre (،بزرك مهر) derler. Ondan bilhassa dolu kaçar. Âdeta dolu yağdığı zamanlarda bağ, bostan ve ziraate afat eriştirip harap etmesin diye o taşı bir yüksek yere asarlar. Allah'ın emri ile o semte dolu yağmaz, ekinler ve bostanlar emin olur imiş."[47]

Arap coğrafyacılarından Ebu Zeyd el-Belhî (ölümü 934) de El-Bed‘ ve't- târih[48] adlı eserinde kısaca, "Türkler arasında kar, dolu yağdıran ve rüzgâr estiren kişiler olduğu söylenir." diyerek yada'ya temas etmektedir[49].

Hicrî 10. ve 11. asırlarda (16.-17. yüzyıl) Türkler ve Özbekler arasında bu gayrı İslâmî âdetin halâ devam ettiği bilinmektedir[50].

Evliya Çelebi (1611-1682), Kafkasya yollarında seyahat ederken (1641), bir yerli büyücünün garip efsunlarla bulutları gökte toplayıp sağnak boşandırdığını bir ara anlatmıştır[51].

V. V. Barthold bir eserinde yada kelimesini şöyle tarif etmektedir: "Genel Türk inancına göre, bu taşla kar, yağmur ve fırtına çağırılır."[52]

Ziya Gökalp, bu sihirli taşa birçok yerde yat taşı da denildiğini, sonradan yeda taşı, ceda taşı, yade taşı adları verildiğini ve bu kelimenin Fransızca'ya jade şeklinde geçtiğini, Acemlerin bu taşa yeşim namını verdiklerini, bu kelimenin aslının da Türkçe olduğunun farzedilebileceğini, çünki eski Türkçe'de yeşin ( يشن ) kelimesinin şimşek anlamına geldiğini, Kaşgarh Mahmud'un "Kimin yanında kaş bulunursa şimşek onu yakmaz" dediğini kaydediyor ve kaş'ın iki husûsiyetinden birinin taşın beze sarılıp ateşe atılması halinde gerek bezin gerekse taşın yanmadığı, İkincisinin de susamış bir adamın bu taşı ağzına alması halinde susuzluğunun gitmesi olarak ifade ediyor[53]. Ziya Gökalp, yat, Uygurların yade dediği, Yakutlardaki sata’nın aynı anlama geldiğini de ifade ediyor[54].

Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi adlı eserinde, Şamanizm'de din ile sihirin eşit ve şamalıların yağmur yağdırma kudretine sahip sanıldıkları ve yada adında Aksai şark Türk yurtlarındaki birkaç ırmaktan çıkan ve birkaç nev’i olan yada taşı ile yağmur yağdırdıklarını söylemekte, "Bu kelime yeşim suretinde Arap- çaya, jaspe[55] suretinde de Fransızca'ya geçmiştir. Eski Türkler buna kaş dahi derlerdi," demektedir[56] . Caferoğlu da qaş kelimesine "yada taşı" manası vermiştir[57].

Ziya Gökalp'in de ifade ettiği, yada taşı'na Türklerin kaş dedikleri gö-rüşü doğru olmasa gerek. Kaş kelimesi Kaşgarlı Mahmud'un Dîvân-ı lügati't- türk'üne nazaran, yat'dan tamamen ayrıdır. Türkler temiz beyaz veya siyah renkde olan bu taşı (yani kaşı), yıldırımdan, susuzluktan, şimşekten korunmak için yüzüğe koyup taşırlardı[58]. Ziya Gökalp, Kaşgarlı Mahmud, yat, yatla-, kaş kelimelerini ayrı ayrı alıp manalar verdiği ve bu manalardan yat ile kaş’ın farklı şeyler olduğu anlaşılmasına rağmen, Fransızca'da yeşime jada denilmesinden de esinlenerek olsa gerek, her üçünü birbirine karıştırarak "yada" adı altında ortak bir değerlendirme yoluna gitmiştir[59]. Aynı durum Rıza Nur için de sözkonusudur. Bunun doğru olmadığı kanısındayım.

Kaynaklara dayanarak, kaş'ın bir beze sarılıp ateşe atılırsa taş yanmadığı gibi bezin de yanmadığını[60] ifade eden Z.Gökalp, yada (sata) taşı için, "kaynar suya atılınca koşmağa, bağırmağa başlar, sonra ölür..."[61] demektedir. Bu ifadelerden de en azından kaş ile yada'nın ayrı şeyler olduğu anlaşılmaktadır.

Yağmur yağdırma âdetinin yalnız Türklere ait olmadığını iddia eden Şe- refeddin Yaltkaya, İslâmiyet öncesi cabiliyet devri Arapları arasında da istediği zaman istediği yere yağmur yağdırabilen kimseler bulunduğunu, bunlardan birinin de meşhur Arap şairi Mütenebbi olduğunu kaydetmekte; İslam kaynaklarında da yağmur yağdırma ile ilgili deliller, hatta yağmur yağdırma namazı (salatü'l-istiska) diye bir namaz olduğunu, fıkıh kitaplarında bununla ilgili bahisler bulunduğunu bildirmektedir. Nuh Peygember ile kavmi arasındaki konuşmadan bahseden Yaltkaya, Kur'ân-ı Kerim'den Nuh Sûresi'nin 10-11. âyetlerini yağmur yağdırılabileceğine delil olarak göstermektedir[62]. Bu âyetlerin meâli şöyledir: "Dedimki: Rabbinizden bağışlanma dileyin; çünkü O, çok bağışlayandır. Gökten üzerinize yağmur gönderir."[63] Bu bilgiler ile ilerde vereceğimiz Nuh tufanını müteakip Nuh Peygamber ile oğlu Yafes arasında geçen hadise arasında bir bağlantı kurmak mümkündür.

Yada taşı'nın menşei hakkında çoğu efsanevi nitelikli olan muhtelif rivayetler vardır. Fuat Köprülü, "Bazılarının zannına göre bu taş, Çin'in aksâ-yı hududunda bulunan madenlerin mahsûlüdür. Bazıları sanırlar ki, domuz cinsinden bir hayvanın karnından çıkarılan hayvânülmenşey bir taştır. Diğerleri derler ki, Çin hududunda bulunan sürhab adlı ve kırmızı kanatlı büyük bir su kuşunun mahsûlüdür. Bu kuş, suyun çok olduğu yerlerde yuva kurarmış, yazın su yuvanın altına indiği zaman oradan yağmur taşını çıkarırlarmış."[64] demektedir.

Ziya Gökalp'in değerlendirmesine göre, İslâmiyet öncesi devre ait Türk destanlarından olan Böğü Tekin efsanesi [Kutlu Dağ veya Uygurlar'ın Göç Efsânesi], bu taşın gökten inen altın ışıktan meydana geldiğini gösteriyor. Bu efsaneye göre, Tanrı'nın nuru gökten iki ağaç üzerine indikten sonra tasal- lub ederek, Türk şevketinin tılsımı olan Kutlu Dağ'ı vücuda getirmiştir. Kutlu Dağ, yeşim taşından bir kayadır ki, Türkler'in elinde bulundukça Türk hakanlığı dünyaya hakim kalmış, Yııhın Tekin zamanında Çinliler, bu gafil hükümdarı aldatarak Türklerin bu kıymetli tılsımını elinden almışlardır. Bunun akabinde Türkler'in büyük göçü meydana gelerek Türkler her tarafa dağılmış ve bu sırada Uygurlar da Beşbalık ülkesine kadar gitmişlerdir. Bu rivayet yada taşı'nın eski Türk hayatındaki ehemmiyetini gösteriyor[65].

Bu destanın Türkçe manzum bir meuıi yoktur. Destan Çin ve İran kay-naklarında değişik iki rivayet halindedir. Çin kaynağına göre, gökten üzerine ışık inen ağaçtan meydana gelen kutlu taş değil beş çocuktur. Uygurlar bunlardan kabiliyetçe üstün gördükleri biri olan Böğü'yü kendilerine hakan seçmişlerdir. Kutlu Dağ, bu ışıktan zuhur eden bir eser olmamakla birlikte, Uygur ülkesinin saadetine vesile olan tılsımlı bir taş idi. Ayrıca Kutlu Dağ’ın yeşim taşından oluştuğuna dair de bir kayıt yoktur. Destanın İran rivayetinde ise, Kutlu Dağ yerini fısuk şeklinde bir taş almıştır. Bu taş, Böğü Han'a, rüyasına giren ak sakallı, ak değnekli bir ihtiyar tarafından verilmiştir. İhtiyar, Böğü Han'a, "Bu taşı muhafaza ettiğiniz müddetçe dünyanın dört bucağına hakim olacaksınız." Demiştir[66]. İleride yada taşı'nın menşei münasebetiyle vereceğimiz bilgilerde de görülebileceği gibi, bu destandaki İran rivayeti Nuh Peygamber'e kadar dayandırılan yada taşı rivayetlerine uygun düşerken, Çin rivayeti de, yada taşı'nın madenî bir taş olup Türk memleketlerinin doğu taraflarında bulunduğuna dair olan rivayetlerle paralellik taşımaktadır.

İranlı Müverrih Gerdizî (ölümü M. 1053 civarı), Zeynü'l-ahbâr (1050'lerde kaleme alınmıştır) adlı eserinde Abdullah b. el-Mukaffa"ın Rub'u'd-dünya adlı kitabından, Tufanı müteakip gemisinden çıkan Nuh'un insansız olarak boş bir şekilde bulunan dünyayı oğulları arasında taksim ettiğini, Çin'e kadar olan ülkeler ki, bunlar Türk, Slav, Ye’cüc ve Me’cûc ülkeleridir, oğlu Yâfes'in hissesine düştüğünü ifade ettikten sonra, yada taşı ile ilgili şunu yazmaktadır: "Mamurluktan uzak olduğu için Türkistan ülkesine Türk adı verildi. Nuh peygamber Allah'a dua edip Yâfes'e bir isim (duâ) öğretmesini, bu duayı okuyunca yağmur yağmasını niyaz etti. Allah onun duâsını kabul etti. Yafes'e bir isim (duâ) öğretti. Yâfes bu ismi bir taş üzerine yazdı. İhtiyaten unutmaması için bu taşı boynuna astı. Bu isimle yağmur yağmasını istediği zaman yağmur gelirdi. Bu taşı suya vurursa bu su hastaya şifa verirdi. Bu taşa onun oğulları mirasçı oldular. Oğuz, Karluk, Hazar ve benzerleri gibi, onun neslinden çoğaldı. Sonra bu taş sebebiyle nesli arasında anlaşmazlık çıktı. Bir taş Oğuzlar'ın elinde idi....Türkler'in taşla yağmur istemeleri bu sebeptendir."[67] Müellifi bilinmeyen Mücmelü't-tevârih bu konuyu şöyle aktarıyor : "Yafes babasının yanından ayrılmak isteyince, ona "Ey Allah'ın peygamberi, bana verdiğin memleketin suyu az, kendisi harap. Bana bir dua öğret ki yağmura muhtaç olunca, Allah'a o duâ ile yalvarayım. Allah bize cevap versin." dedi. Nuh Peygamber duâ etti ve Ulu Allah ona bir ad (duâ) ilham etü. O da bu adı oğluna öğretti. Yafes bu adı (duâyı) bir taşa kazdı. Nazarlık gibi boynuna asıp gitti. Ne zaman bir ihtiyaç için Allah'ı bu ad ile anarsa kar ve yağmur yağar; tekrar bu adla Allah'ı anarsa kar ve yağmur dururdu."[68]

Ünlü Türk bilgini Zemahşerî (1071-1144)'nin Mukaddimetü'l-âdâb adlı ansiklopedik eserinin Aydınlı Hoca Ahmed Efendi tarafından Türkçe’ye çe- virilen ve Aksa'l-ireb fi-tercemetü Mukaddime tü'l-edeb adı verilen nüshasında, yada taşı ve Nuh Peygamber ile oğlu Yafes arasında geçen hadise, diğer kaynaklardan biraz farklı olarak şöyle anlatılmaktadır: "Seng-i yede: Bazı tarih kitaplarında şu şekilde yazılmaktadır, ikinci Hz. Adem yani Nuh aley- hisselam’ın gemisi Cudi Dağı'nda durup, su tufanı tamamen bertaraf olduğunda, şerefli oğullarının her birini bir iklime göndermeyi arzu ettiğinde, önce muhterem oğlu Yafes'i kuzey-batı tarafa tayin etti. O da hareket etmek üzere iken, pederinden, İhtiyaç durumunda yağmur yağdırmaya vesile olacak bir hediye ihsanını istedi. Hz. Nuh da, bulutların inşa edicisi olan Allah’ın izninden bu hususu rica için niyaz elini açtığında, Cebrail, âlemlerin Rabbı- 'ndan yağmur yağdırmaya vesile olacak bir ismi, kabülünün eseri olarak getirdi. Hz. Nuh, o an o uğurlu ve berekedi ismi bir taş üzerine nakşedip yazdı ve ihtiyaç olduğu zaman taşın yazılı tarafının semaya doğru getirilmesini Yafes'e öğretti. Bu yağmur nişanesi taşa Türkler yede taşı, Farshlar seng-i yede, ve Araplar hacerü'l-metar diye isim verdiler. Gerektiği zaman yukarıda yazıldığı gibi yağmur yağdırılsa, sebeblerin yaratıcısı olan Allah o mübarek ismin bereketine yağmur yağdırır."[69]

Ebu Zeyd el-Belhî, yada taşı'nın kaynağı konusunda şu bilgiyi vermektedir. "Söylediklerine göre, Türk ülkesinde bir dağ varmış. Onlar bu dağa vardıklarında, toz kalkıp da yağmur yağmasın, diye hayvanlarının tırnaklarına keçe ve yün bağlarlarmış. Rivayete göre, Türkler bu dağın taşından yanlarına parçalar alırlar, susadıkları zaman bu taşı suyun içinde hareket ettirerek yağmur yağdırırlarmış."[70]

Türklerin yada taşı ile yağmur yağdırdıklarını bildiren İslâm aleminin en büyük tabiblerinden Ebu Bekir er-Râzî'nin (Rey 864'ler-925) Kitâbü'l-havâss adlı eserinde verdiği bilgi de Belhî ile paralellik göstermektedir: "Türkistan'da Karluklar'la Peçenekler'in ülkeleri arasında bir yokuşa ordu veya bir sürü uğrarsa, taşlar sürtünüp de karanlık sis basmasın veya bardaktan boşanırca-sına yağmur yağmasın diye hayvanların tırnaklarına yün bağlanır ve yürümeleri hafifletilir. Eğer hayvaların tırnağı o taşa dokunursa veya hayvanı sıkı sürmekten dolayı bir taş zedelenirse, hemen hava kararır, etrafta bulutlar peyda olur ve yağmur başlar. Mevsim kış ise yağmur tufan gibi şiddedi yağar, yollar kapanır. Bu diyardan geçenler bu taşlardan alarak Türkistan şehirlerine ve sair yerlere götürürler." Denilmektedir[71]. Acâibü'l-mahlûkât'dan nakilde bulunan Fuat Köprülü, bu geçitten geçiş esnasında vuku bulan yağış ve tufanın, sebeb olan kişi ölmedikçe kesilmediğini ifade etmektedir[72].

Câbir b. Hayyân'ın (Ö.765) Kitâbü'l-havâssü'l-kebîr adlı eserinde verdiği bilgi de, Râzî"nin verdiği bilgi doğrultusundadır. "Yaz gününde yağmur taşını alıp bir kaba koyup, üzerini su ile kapladıktan sonra taşları birbirine sürttüğümüzde yağmur geliyor. Bu sebebsiz midir ? Ey dostum bu taş Hazleç Vadisi bölgesinde olur. Vadinin Elmas vadisi tarafında bulunur. Bu vadi çok vahşi hayvan barmaklarının çokça bulunduğu bir yerdir. Orada arslanlar, yılanlar ve büyük yırtıcı kuşlar vardır, insanlar içerisinde yağmur taşı bulunan bu yere gelmek istedikleri zaman, ki bu vadide iki yol vardır. Birinde yılanlar vardır ve pek kullanılmaz. Diğerinde ise bu taşlar mevcut olup güvenilir bir yoldur. Elmas mevkiinde tehlikeli hayvanlar yoktur. Sanki ben Türkistan'dan vadiye inmek üzere çıkmaya karar vermiş veya köylerden Türkistan'a doğru çıkmak isteyen insanları görüyor gibiyim. Burası, katır, binek hayvanı ve davar, eşek, sığır gibi hayvanların bu taşlara çarpmamak için, bu hayvanların ayaklarına uygunluğu sebebi ile geçişe elverişlidir. Aksi halde hayvanların ayaklarının bu taşlara sürtmesi sebebi ile meydana gelen büyük yağmurlar ve yağmurların getirdiği tehlikeler dolayısı ile buradan kurtulmaları zordur."[73]
Yakut el-Hamevî (ölümü M. 1229), Mucemü’l-büldân adlı eserinde, Ahmed b. Muhammed el-Hemedânî'nin Ebu'l-Abbas Isa b. Muhammed el-Mer- vezî'den naklettiği şu hadiseyi kaydetmektedir: Maverâünnehr'deki ve Kâfir Oğuz, Dokuzoğuz, Karluk ülkelerine komşu olan diğer yerlerde, her ne zaman Türkler arasında elçilerin gittiği esnada ve diğer zamanlarda yağmur yağdırmaya kalkışan, istediği zaman yağmur ve kar yağdıran insanlar olduğunu duyduk. Kimimiz bunu kabül eder, kimimiz kabul etmezdi. Nihayet, Davut b. Mansur b. Ebî Ali el-Badgîsî ile tanışum. Davud iyi bir kimseydi. Horasan'da valilik yapmış, idaresi beğenilmişti. Bu zat Oğuz Türkleri'nin hükümdarının oğlu Balkık b. Hayyaveyh yani Yabgu ile başbaşa kalmışü. Belkık'a, "Türkler'in istedikleri zaman yağmur ve kar yağdırdıklarını duyuyoruz. Bu konuda ne dersin ?" diye sordu. O da, "Türkler böyle bir şey yapmaktan âcizdir. Fakat, senin duyduğun gerçektir. Bu konudaki haberi sana anlatayım: Atalarımdan biri babasına karşı çıktı. Hükümdardan ayrılıp hizmetkârlarından, mevâlîsinden ve diğer kendine bağlı haydutluğu seven kişilerden bir maiyyet edinmişti. Yağma yaparak, önüne çıkan hayvanları avlıyarak doğuya doğru yöneldi. Nihayet yerlilerin daha doğuda çıkış noktası bulunmadığını söyledikleri bir yere vardı. Buranın doğusunda bir dağ vardı. Yerliler "Güneş bu dağın ardından yere çok yakın olarak doğar. Orada üzerine düştüğü şeyleri yakar." dediler. Hükümdar, "Orada yaşayan insanlar ve hayvanlar yok mu ?" dedi. Onlar, "Oradaki insanlar dağlar altında dehlizler ve mağaralar edinmişlerdir. Güneş doğunca oralara çekilirler. Güneş gidinceye kadar kalırlar. Sonra çıkarlar. Hayvanlara gelince, onlar dağdan ağızlarına taşlar alırlar. Her hayvan ağzına bir taş alarak başını havaya kaldırır. Bu taşla gölgelenir. Bu sırada bir bulut meydana gelir, onlarla güneş arasına girer, onları gölgelendirir." Atam oraya varınca, meseleyi kendisine anlatılan şekilde buldu. Hayvanların üzerine atılarak taşı tanıdı ve bu taştan yanına aldı. Adamları bu taşlardan taşıyabildikleri kadar ülkelerine götürdüler. Bu taş zamanımızda onların elindedir. Yağmur yağdırmak isterlerse, bu taşı azıcık sallarlar, gökte bulut meydana gelir ve yağmur yağar. Kar veya dolu yağdırmak isterlerse biraz daha fazla sallarlar, kar veya dolu yağar. Mesele bundan ibarettir. Bu husus onların bulduğu bir çâre değildir. Allah'ın kudretiyle meydana gelen bir olaydır."[74]

X. yüzyıl büyük Arap coğrafyacılarından İbn el-Fakih de Kitâbü'l-büldân adlı eserinin 329-330'uncu sayfalarında, "Türklerin enterasan husûsiyetlerin- den biri, istedikleri zaman yağmur ve kar yağdırdıkları bir taşa sahip olmalarıdır. Bu taş onlar arasında meşhurdur. İçlerinden kimse bunu inkâr etmez. Bu taş sadece Dokuz Oğuz hükümdarının yanında bulunur. Ondan başka Türk hükümdarlarının yanında bulunmaz. Onların bu taşı doğudaki bir yerden (Ezb) aldıkları söylenir. Orada bu taş güneş yakmasın diye siper edilirmiş." dedikten sonra, İsmail b. Ahmed es-Sâmânî'nin başından geçen hadise özet olarak verilmektedir[75]. Yine İbn al-Fakih, Türkler'de yede taşı ile yağmur yağdırmak marifeti olduğuna dair söylenen hikâyeleri, birçok tarihî şahsiyetlerin isimlerini de zikrederek nakletmiştir. İsa bin Muhammed el-Mervezî, Türkler'in Horasan'a sınırdaş en azametli üç unsuru diye tarif ettiği Oğuzlar, Tokuzoğuzlar ve Karluklar'da yağmur yağdırma âdeti olduğunu anlatırken, Horasan valisi Davud bin Mansur el-Badgisî'nin bu hususda Oğuzlar'ın padişahı Cabbuye oğlu Balkık'tan nakillerini zikretmiş, o da bu rivayederi ecdadından nakletmiştir. İsa bin Muhammed, Taşkent'e (Şaş'a) geldiğinde, bu rivayederi Balkık'a istinaden nekletmiş, Taşkent bilginleri de kendi bildiklerinin upkı Balkık'ın ecdadından öğrendiğinin aynı olduğunu söylemişler ve Balkık'ın bu meselelere kendilerine nisbeten daha iyi vakıf olduğunu ilave etmişlerdir[76].

Şâbân Şifâî'nin madenî ve hayvânî taşlar arasında saydığı ve "Hacer-i berf ü bârân u tûfân" (=yağmur, kar ve tûfân taşı) adını verdiği yada taşı'nın şekli ve menşei hakkında şu bilgiyi vermektedir: "O taşa Türkler seng-i yed (=yede taşı) demişlerdir. Müteaddid sınıfları ve garip hususiyetleri görülmüş bir tür taştır. Bazısı toprak renginde beyaz ve ağır olup üzerinde kırmızı noktalar bulunur ve bazısı saf beyaz ve kimi koyu kırmızı (pıhtılaşmış kan rengi) ve kimisi de muhtelif renklerde olurmuş. Ebulberekât, "Ben sultanın hâzinesinde zikredilen vasıflarla mevsuf birçok nevilerini gördüm." demiştir. Madeninde dahi ihtilaf olup bazı büyükler ol taşı "madenîdir, Hata ve Tamgaç vilayetlerinde olur." derler. Tûsî, madenî olduğunu kabül etmiştir. Bazıları hayvânîdir, demişlerdir. Onda dahi ihtilaf olup kimi "domuz cinsinden bir hayvanın bazısının karnında bulunur" demişlerdir. Amma ekseriyet, Çin ikliminde ve İran diyarının doğu taraflarında bir cins yabanî ördek olur, kanatları kızıl, cüssesi büyüktür, ona sûrhab derler [ki angıt dediğimiz kuşun ismidir] . Bu kuş bahar günlerinde suları sığ olan göllerde yuva yapar. Yaz günlerinde o mahallin suları çekilmekle bu kuşun yuvasını iki zira” (1 zira‘= 75,8 cm) kazıp o taşı bulurlar. Her bir kuş yuvasında bir tane olmak üzere ne kadar toplarlarsa hükümdarları hâzinesine teslim ederlermiş. O kuş Mısır diyarında da çok olup semmur derler. Tüyü ile gemilere zinet yaparlar ama o taşın ahvalini bilmezler."[77] Ş. Yaltkaya, Tifâşî'den yaptığı nakilde, Mısır'da bu kuşa Elbeşruş ve Elmüverret dendiğini beyan ediyor[78].

Yusuf el-Tifâşî de, yağış ve sel zamanında sürhab adlı bir kuşun sulak yerlere yumurta büyüklüğünde taşlar bıraküğını ve bunların hükümdarın hâzinesinde toplandığını, yazın yağmur yağdırmak veya düşmana karşı fırtına çıkarmak gerekince kullanıldığını bildirmektedir[79].

Bu konuda bilgi sahibi olanlardan bazıları, "Bu taş hayvani taşlardandır. Balık ve insan mesanesinde peyda olan taşlar vasıtası ile de bu işi bilenler kar, yağmur ve dolu yağdırmak ve şiddedi rüzgâr meydana getirmek gibi garip hadiselere sebeb olabilirler," demişlerdir[80].

Kitâbü'l-bahis'de, yada taşı’ nın Karluk Vadisi'nin arkasında bir sahrada bulunan siyah ve kırmızı bir taş olduğu zikrediliyor[81]. Kitabü'n-nühab'da da şöyle denilmektedir: "Yağmur taşı Vâr çölünde veya Karluk vadisindedir. Kırmızıya meyilli siyah bir taştır."[82]

Yada taşı'nın daima rüzgâr esen dağlarda bulunduğunu söyleyenler de vardır[83].

Yakutlar arasında sata adıyla bilinen yada'nın menşeyi hakkında, "Bu taşı yıldırım isabet etmiş yerlerde aramak lazımdır. Bundan başka, adarın, öküzlerin, ayıların, kurtların, köpeklerin, ördeklerin, kazların, kartalların v.s. ahşasının dahilinde de vücuda gelebilir. Kurdun satası en kudretli olandır. Sata taşı ile şamanlar yağmur, yazın kar yağdırabilirler." Denilmektedir[84]. Bu bilgiyi teyid eden Seroşevski, şamanlardan birine sata'yı bir kartalın verdiğini belirtmektedir[85] .

Kırgız-Kazaklar'ın Er Gökçe destanına göre, Altın Ordu'nun meşhur kahramanı Er Kosay, çölde susuzluktan sıkıntıya düşen ordusunu bu sıkıntıdan kurtarmak için, cay taş'ı atının ciğerleri altından çekip çıkarmıştır[86]. Kır-gızların inancına göre, cada (cay) taşı koyun karnında bulunur. Bu taşla yazın kar yağdırmak mümkündür[87].

Bir rivayete göre, üzerinde Allah'ın adı yazılı bu taşı Yafet, Nuh’dan almıştır. Bu taş kaybolmuş, ama Türkler’de bu taşın varlığına ve onun sihirli etkisi olduğuna dair inançlar mevcuttur[88] .

O. Laakinfa, Çin yazan Si-Yui-vın-dzyan-Lu’nun, Cungarya'yı tarif eden yazısından naklen yada taşı'nın tarifini vermektedir. Bu taş, gök, sarı, insan teni renginde, beyaz, yeşil ve koyu renktedir. Onu, inek ve adarın midesinde, ayrıca kertenkelenin kuyruğunda, kaban (yabanî domuzun erkeği)'ın başında; onların midelerinde ise iyisi bulunmaktadır. Türkistanlılar yağmur duası yaptıklarında, bezoar'ı ince çubuğa bağlayarak temiz suya koyarlar ve mutlaka yağmur yağar. Açık hava istendiğinde, bez bir torbaya koyup atın kuyruğuna bağlamaktadırlar. Eğer serinlik istenirse o zaman bir keseye koyup beline bağlar. Turgudular ve Oladar yazın uzun yolculuklarda onu sıcağın defi için kullanırlar[89].

Tansukname-i İlhanî'de[90]: "Bu taşın domuzun karnından çıkağını söyleyenler varsa da doğru değildir. Bu yağmur taşı Hata ve Tabmaç-Çin beldelerinin sonlarındaki dağlardan çıkarılır bir taştır. Bn taş vasıtasıyla yağmur, kar ve dolu yağdırılır ve yel çıkarılır." Denilmektedir[91]

Yada taşının menşei hakkında çeşidi görüş ve rivayederi sıralamış ve ne kadar çok farklar olduğunu gözler önüne sermiş bulnuyoruz. Bu durumda söylenecek şey, Seroşevski'nin ifadesini tekrarlamaktan ibaret olsa gerektir: "Türkler nazarında mukaddes tanınan her hangi bir taşın, yada taşı mahiyetini alabildiği anlaşılmaktadır."[92]

Yada taşı'nın rengi ve şekli hakkında yukarıda geçen ifadelerden başkaları da vardır. Yakudarca bilinen ve sata denilen yağmur taşının, çok küçük ve bir insan başı şeklinde olduğudur. Canlı olduğu iddia edilen sata'nın evde tutulamayacağı, hangi hayvandan meydana gelmişse onun yapağısı içine sarı-larak, bir delik içinde dikkatle gizlemek gerektiği, sata'nın öldükten sonra artık başka taşlardan hiç bir farkının kalmayacağı ilave edilmektedir[93]. Sata taşı canlı bir cisimdir. İnsan kafasına benzer. Yüzü, gözü, kulağı, ağzı çok açık görülür. Kadın veya bir yabancının eli veya gözü dokunursa ölür, kuvvetini kaybeder[94].

Fuat Köprülü, Mahmut b. Mansur'un eserine dayanarak, yağmur taşı için, "Kolayca ufalanabilir, büyük bir kuş yumurtası kadar olup üç türlüdür: Kırmızı beneklerle dolu beyaz toz renginde, beyaz temiz ve koyu kırmızı, yahut muhtelif renklerde. Şekli hakkında muhtelif fikirler vardır." demektedir[95].

Tûsî'ye göre, "Hıtay ve Tabgaç dağlarından çıkan bu taşın türlü renk ve cinsleri vardır.”[96]

Tansuknâme-i İlhânî'de, "Bu taşın türlü türlüleri vardır. Ak, kızıl, alaca ve her türlü renkten mürekkep olanları görülür." Deniyor[97].

Kitâbü'l-bahis'de, bu taşın Karluk vadisinin arkasında bir sahrada bulunan siyah ve kızıl bir taş olduğu zikredilmektedir[98].

Kazvinî'ye göre, ayın renkte olmayan, değişik türlerin bulunması sözko- nusudur. Ceviz kalınlığında kemikli bir madde, kül renginde, beyaz ve kırmızı renkli benekleri bulunan, yumurta gibi kalın bir taş, veya kalınlığı ve rengi itibariyle değişken; sarı, kırmızı, mavi, yeşil, esmer renkli olanları mevcuttur, şeklinde tanımlanmaktadır. Nihayet, bir sülün yumurtası boyunda, beyaz renkli ve yuvarlak olarak da tarif edilmektedir[99].

Yada taşı ile nasıl yağmur yağdırıldığı hususunda da çeşidi rivayeder vardır. Bazıları bu taşın yüksekten alçağa doğru akan suyun içine konulduğunu, bazıları da bunun kullanılışını yalnız Türkler’in bildiğini, bunu kimseye söylemeyip sır tuttuklarını, kimseye öğretmediklerini söylüyorlar[100].

Kazvinî'nin eserinde şöyle nakledilmektedir: "Sultanın veziri İmâdü'l melik Es-sâvî'nin huzurunda idik. Söz yet denen bu taşa intikal etti. Hazır bulunanlardan bazısı bunu ihtimalden uzak gördüler. Vezir o zaman birini çağındı ve ona Türkçe olarak dedi ki: Bize yet yap. Bunun üzerine o adam bir fincan istedi. Fincana su doldurdu ve içine de bir taş attı. Kısa bir zaman sonra bulutlar peyda oldu ve yağmur başladı."[101] Şemseddin Sami de, "Türkler yağmur diledikleri zaman yeda'yı suya atarlar." Demektedir[102].

Ş. Şifâî de, "Bir cemaat, bu durum o taşa (yada taşına) mahsus bir durumdur. Hareket ve efsunsuz kar, yağmur ve tufan her hangisi meydana getirilmek istenirse, mudaka o taşı suya bırakmak ile meydana gelir demişlerdir." Diyor[103].

Muhiddin Arabi (1165-1240) de kısaca, "Çin'de bir nevi taş vardır ki, bu taş birbirine sürülecek olursa yağmur yağar." Demektedir[104].

Bazı Farisî lügatlarında, "Hayvanların bedeninde oluşan bir taşür. Avuç içine alıp gökyüzüne tutulduğu zaman çok miktarda bulut oluşup, yağmurun yağdığı bir taşür. Bu iş Türkler'de yaygındır." Denilmektedir[105].

Yadacılığın Harzemşahlar'da fazlaca yaygın olduğu bilinmektedir. Tifâşî dinlediği bir muteber hekimden naklen, Sultan Alâeddin Muhammed Har- zemşah'ın emri ile nasıl yağmur yağdırıldığını şöyle anlatmaktadır: "O namlı hükümdar yaz günlerinde sayısız askerle sefere çıkmıştı. Bir sahrada kervanın, hararetin şiddetinden ve tozun çokluğundan zengin, fakir, piyade ve süvari her ne kadar insan varsa hepsi ızdırap çekiyordu. Sultan, yağmur taşı'nı muhafaza eden adamına fermân eyledi ki, bu ihtiyar Türk usûl ve erkânına riayetle o taşı kullansın. Allah'ın emri ile yağmur yağarak havaya itidal gelsin. Taşın muhafızı hükümdarının fermanı üzere o pîr-i Türkîyi davet etti. Benim dahi onlarla ülfetim olduğundan, ben de beraber bulunup yaptığını seyrettim. O şahıs bir çadır içinde başını açtı. Bir tasa su koyup önüne koydu. Üç tane uzun kamış aldı. Birini o tasın sağma, diğerini sol tarafına yere dikti ve üçüncüsünü de tasın üzerine o iki kamışın başlarına bağladı. Sonra yağmur taşı renginde canlı bir yılanı kuyruğundan o tasın üzerine geçirilen kamışa baş aşağı bağlayıp astı. Öyle ki yılanın başından tas içindeki suya iki endaze [1 endaze=60 cm] yüksekliği vardı. Ondan sonra taşın muhafızından iki parça taş alıp o tasın içine bıraktı. Sonra çıkarıp o taşları yavaş yavaş birbirine sürttü ve her birini bir tarafa attı. Sonra gene alıp suya atu ve çıkarıp sürttü. Tekrar suya bıraktı. Bunu yedi defa tekrarladıktan sonra o tastan bir miktar su alıp etrafa serpti. Bu esnada ihtiyarın başı açık ve saçı dağınık ve görünüşü gazap içinde idi. Mırıldanarak bir şeyler söyler ve başını semaya kaldırır, gûya yağmur isterdi. İki saat kadar bu şekilde hareket ettikten sonra birden etrafta bulutlar gözüktü ve bol bol bir yağmur başladı, hava serinledi, insan ve hayvanlar rahat etti. ...Ben Allah'ın akıl ermez ahkâmını ve yarattıklarına verdiği garip esrarını temaşa için o ihtiyarın yanına devam edip bu hali defalarca müşahede eyledim. Sefer sonrası yaz günleri hava gayet sıcak iken ziyaretine varıp döndüğümde yağmurun çokluğundan dolayı yollarda sellerden geçemezdim." diye nakletmişim[106]. Bu olayın benzeri Sultan Mahmud Harzemşah için de anlatılır[107].

Ziya Gökalp bir makalesinde, Yakutlar'ın söyleyiş tarzına uygun olarak sata diye ifade etüği yağmur taşı için, hangi taraftan rüzgâr esmesi dileniyosa, salayı el içinde o yöne doğru tutmanın yeteceğini, böyle yapılınca derhal o taraftan rüzgârın esmeye başlayacağını anlatmaktadır. "Satayı etkili olmaya mecbur etmek için, onu döğmek lazımdır, aldığı her darbeye karşı fena havalı bir gün verir. Aynı zamanda bir takım efsunları da okumak lazımdır."[108].

Yada taşı'nı "yağmur boncuğu" diye ifade eden Türk Çağatay Edebiyatının büyük şahsiyeti Ali Şir Nevâi (1441-1501), "Ona kurban kanı sürmekle yağmur yağar." Demektedir[109].

Yada taşı'nın Türkistan'da Karluklar'la Peçenekler'in ülkeleri arasındaki yokuştan getirildiğini söyleyen Râzî, "Türkler yağmur istedikleri zaman bu taşla yağmur yağdırırlar. Belli bir adam su getirip ağzına bu mıntıkanın taşından bir taş alır. Ellerini hareket ettirir, hemen yağmur gelir. Bu konu insanlar arasında ihtilaf olmayan yaygın şeylerdendir." Demektedir[110].

"Râzî, hayvanların ayağına yağmur yağmaması için keçe bağlanarak geçilen geçitten alınan yağmur taşının, Türkistan şehirlerine getirildikten sonra yağmur yağdırılmak istenilince, suda ıslatılmış olan bu taşı asılı olarak bırakmakla yağmur yağdırıldığını söylüyor."[111] diyen Şerefeddin Yaltkaya, Râz- î'yi kaynak gösteren Ebul Reyhan'dan yaptığı nakilde şöyle demektedir: "Yada taşı'nın Karluk ile Peçenekler arasındaki dağ geçidinden alındığını söyleyen Râzî, şayet yağmur yağdırmak istenirse, bir kimsenin suya girip ağzına bu geçidin taşlarından bir taş alarak elini salladığını, derhal yağmurun yağmağa başladığını anlatmaktadır."[112]

Ş. Şifâî'nin Tusî'den nakli de taşın asılmasına dairdir: "Bazısı mücerred bir zarfa su koyup içine ol taşı bırakırlar ve bir yüksek yere asarlar. Her ne niyyet ve taleb ederlerse ol husus zuhur bulur. Efsun ve duaya muhtaç değildir." Demektedir[113].

Câbir b. Hayyân eserinde, "Yazın sıcak bir gününde bu yağmur taşını bir büyük tasın içine koyacak ve tasın içine doluncaya kadar su konduktan sonra bu taşların yüzlerini birbirine sürtecek olursan yağmur yağmağa başlar." de-mektedir[114].

Kırgız-Kazakların Er Gökçe destanında, Altınordu'nun ünlü kahramanı Er Kosay'ın, düşman ülkelerine yaptığı akın sırasında çölde başına gelenler şöyle anlatılmaktadır: "Yanındaki adamlar susadı. Er Kosay'a susuzluktan şikâyet ettiler. Er Kosay uzun kulaklı sarı atının ciğerlerinin altından cay taşı (yada taşı) çekip çıkardı. Salladı, salladı yere koydu. Havadan yağmur yağdı. Yağmur suyunu içtiler."[115]

Yada taşı'nm Türkistan diyarına mahsus olduğu, dolayısı ile tesirinin Türkistan dışındaki ülkeler için geçerli olmadığı iddiasına karsı Tûsî, onları yalanlayarak, "Bu özel taş ele geçse hangi vilayette olursa olsun kar ve yağmurdan istenen ne ise o yağar. Ancak yapmasını bilir bir şahsa ihtiyaç vardır." Demiştir[116]. Uygulamanın Türkistan dışındaki farklı sahalarda yapıldığına dair elimizdeki deliller Tûsî'yi haklı çıkarmaktadır: Harzemşahlar tarafından Doğu Anadolu'da[117], Marco Polo'nun rivayetine göre Türklerle karışık durumda bulunan Keşmir'de[118],Timurhı Hükümdarı Ebu Said Mirza (1427- 1469) tarafından Macaristan’da açlık ve susuzluk çeken askerî birliklerinin su ihtiyacını karşılamak için (1451)[119], Hindistan'ın toz ve sıcağından şikâyetçi olan Sultan Babür, Şiraveli'ye geldiklerinde komutanlarından Tohta-Buğa tarafından elverişli hava temini için (1529 İlkbaharı)[120], XVIII. yüzyıl başında Orta Anadolu'da İranlı Şehzâde Abbas tarafından[121] ve en son XVIII. yüzyıl sonlarında Kalmıık Türkleri tarafından Karadeniz'in kuzeyindeki sahalarda yada yapıldığını bilmekteyiz[122].

Yada taşı yalnızca yağmur yağdırmak için kullanılmayıp, bulutları dağıtmak, kar ve soğuk kasırgalar ile fırtınalar koparmak veya tufan derecesinde bol miktarda yağmur, kar, dolu yağdırmak ve sis getirmek; gök gürültüsü ve şimşekler çaktırmak için de kullanılırdı. Bazen meydana getirilen kötü hava âdeta kontrolden çıkar ve günlerce kötü havanın devanı etmesi engellenemezdi. Harzemşah Sultan Alaeddin Mehmed, Cengiz istilâsından önce Çin semtine yaptığı seferde böyle bir durumla karşılaşmış ve kötü havanın gidişatını durdurabilmek için yadacıları kara keçeye sararak diri diri toprağa gömmek zorunda kalmış idi[123]. Bu olay şöyle anlatılmaktadır. "Mehmed Harzemşah, Cengizden evvel bir sefer münasebetiyle Çin taraflarına yönelmiş idi. O taraflara yaklaşüklarında öyle bir kar, yağmur ve tufan meydana geldi ki, askerin çoğu helak olacak duruma geldi. Harzemşah, sıcağın en şiddetli olduğu bir mevsimde bu derece soğuk ve tufanı görünce, bunun yada taşı kullanılmasından kaynaklandığını arıladı. Adamlarından birkaçını yakındaki dağa gönderdi. O iş ile meşgul iki perişan şahsı ansızın ele geçirmişler. Harzemşah onları gördüğü an ferman buyurdu. Bunlar siyah keçelere sarılarak diri diri toprağa gömüldülar. O saatte hava parlamaya başlayıp kısa zamanda durum önceki haline geldi."[124] Tifâşî'den yapılan nakilde, bilhassa yadacıların sarıldığı keçelerin kara oluşuna dikkat çekilmekte ve "Bunlar kara keçelere sarılıp gömülünce hemen o gün kar ve yağmur ve şiddetli soğuk dindi. Hükümdarın emriyle böyle yapanların kara keçelere sarılıp diri diri gömülmelerini kanun haline getirildi." şeklinde ifade edilmektedir[125].

Marco Polo, büyücülerin bulutlara, yağmura ve kötü havaya hükümdarın sarayı üzerinden gitmeleri için emir verdiklerinden bahsekmektedir[126].

Türkler ve Moğollar, tabiatın hassas dengelerini koruma konusunda son derece dikkatli davranmışlardır. Özellikle av ve sungu törenleri dolayısı ile, tabiatın dengesini bozmamak için tedbirli davranırlardı. Yat törenini bilhassa kışın yapmamak gerekir. Çünki bu işlem bitki ve hayvanlara zarar verir. Yazın da ona sık sık başvurmamak lazımdır. Zira pek çok kurt ve böceğin ortaya çıkmasına sebeb olur[127].

Yadacıların durumuna gelince: Yadacının yada denilen taş ile yağmur, kar, dolu yağdırdığına ve fırtına çıkarmağa gücü yettiğine inanılan, yadacılığı meslek edinmiş kimselerin (yadacıların) hepsi yoksul kimselerdir[128]. Yadacılığı meslek edinenler genelde işlerinde muvaffak olmakla birlikte, ailelerine bir ölüm, mal ve hayvanlarına bir zarar gelirdi. Yadacıların her yada yapışlarında çoluk çocuklarından birinin ölmesi veya elindeki malının gitmesi veya hayvanlarının çalınması gibi bir felakete uğradıkları kendilerinden duyulmuştur. Hükümdarlar yanlarında bulundurdukları yadacıların her defasında kaybolan malları yerine kendilerine mal verir ve zararlarını telafi etmeye, böylece onların kayıplarını tazmin etmeye çalışırlarmış. Bununla beraber ya- dacılar fakir ve yoksul \ aşarlardı[129].

Tusî her ne kadar, "Efsun ve duaya muhtaç değildir." dese de, Yakut yadacıları efsunlu sözler söyler ve bu esnada, "çocuğum yaşamasın, kadınım ya-şamasın, malım mülküm feda olsun." Demektedirler[130].

Ayrıca yadacıların şu efsunları okumaları başarılı olmaları için gerekli addedilirdi: Çocuğum hayatını kaybetsin ki... Davarların patlasın ki... Karım ölsün ki günah tanımayacağım. Yalınız seni tanıyacağım. Ey sata!"[131].

Ş. Şifâî der ki, "Bu iş ile meşgul olan şahıslardan biri her ne zaman bu işe kalkışsa, elbette mal, evlat ve yakınlarından bir zarara uğrar, mutlaka bir musibede karşılaşır. Bu işle uğraşan kimseler çoğu zaman fakirlik ve yoksulluk içinde vakit geçirmişlerdir. Bununla birlikte, o işe memur eden sultan tarafından yapılan bol ihsanlar kayıplarının bedeli olamaz imiş."[132]

Yadacıların başlarına gelen musibet, sıkıntı ve uğradıkları kayıplarda, okutlukları efsunların ilgisi olsa gerektir. Okutlukları efsunlar sayesinde yağmur yağma ameliyyesinin gerçekleşmesi gibi, diğerlerinin de gerçekleşmesi pek tabiidir.

Türkler'de bu işi yapanların hususî bir ocaktan gelen muayyen kimseler oldukları rivayet edilmiştir[133]. Şâbân Şifâî'nin "Onlardan (yani Türklerden) bir cemaat ol taşın hassasına vâkıf olmağla ol mertebe maharete mâliklerdir ki..."[134] ifadesinden de bu anlaşılmaktadır.

Ş. Yaltkaya, Tansukname-i İlhanî'den yadacılarla ilgili şu bilgiyi aktarmaktadır: "Türkler ve Uygurlar buna (yada’ya) vakıfdırlar. Bu onların sanat-larıdır. Onların ifadelerine bakılırsa, bu taşın tesiri, gayret, nefsi dünya lez-zetlerinden mahrum etme ve okumalar ile olur imiş. Bu taş ile yağmur yağdırmağı bilen kimseye Yet Harbî derler. Onlardan bir kısmı bu işte o derece maharet kesbetmişlerdir ki, senenin her hangi faslında olursa olsun, bu taş ile yağmur, kar, dolu yağdırırlar ve yel, bulut çıkarırlar[135].

Yadacılığın kandıktan ayrı, kendine has bir meslek olduğunu belirten A. İnan, Altay şamanistlerinde kamlardan başka yadaçı denilen adamlar olduğunu ifade ile Kaşgarh Mahmud'un eserindeki, "yatçı yatladı-yadacı yadaladı (yada taşı ile efsun yaptı)." deyimini teyid edici delil olarak sunuyor[136]. Yadacılığın dinî bir mahiyetten ziyade sihri bir mahiyet arzettiğini, bugün [XX. Yüzyıl başları] hâlâ Kaşgar ülkesinde yağmur ve güzel hava vücuda getirenlere yadacı adı verilmesinden hareketle iddia edilmektedir[137]. Türkler'in Müslüman olduktan sonra da yada yapma âdetlerini devam ettiriyor olmaları, bu işin dinî akide ile bağlantılı bir yanı olmadığını göstermektedir.

Nitekim babası Ömer Şeyh Mirza'nın ümerası hakkında bilgi veren Babür, kendisine annesi tarafından akraba olduğunu rivayet ettiği Ali Dost Tagayi için, "Ebu Said Mirza (Babür'ün dedesi)'mu hizmetinde bulunduğu zamanlarda yadacalık davası güderdi."[138] derken, Haceki Molla Sadr'dan bahsederken de, "İnşası da güzeldi. Kuşçuluk ve yadacılıktan da anlardı."[139] demektedir.

Yada âdetinin günümüze yetişmeden unutulmuş olmasında şu âmillerin rolü olsa gerektir: Her ne kadar İslamlıktan sonra da yada yapıldığına rastlansa da, bu âdetin unutulmasında Türkler'in İslâma girmiş olmalarının rolü olsa gerektir. Kaynaklarda da ifade idildiği gibi, yadacıların yada esnasında söyledikleri sözlerin bir Müslüman için küfre götürücü nitelikte olması. Allah'ın taktiri kabül edilen rüzgârın esmesi, yağmurun yağması gibi tabii olaylara bu yol ile müdahaleyi Islâm inancı ile bağdaşır bulmamaları. Son olarak da yadacıların her yada yapışı müteakip mutlak surette bir zarara maruz kaldıklarına dair olan yaygın kanaat dolayısı ile yada'ya sıcak bakılmaması, yada- 'nın zamanla unutulmasında amil roy oynamış olmalı.
Türkler tarafından, yada taşı ile çeşitli amaçlar uğruna yada yapıldığı görülmektedir. Kuraklık âfetine karşı tarım ve ziraati korumak ve bereketi ar-tırmak, susuzlukla karşı karşıya gelen insanların su ihtiyacını gidermek, su-suzluktan kurtarmak; yine sıcak ve kurak havaları canlıların yaşayabileceği el-verişli şartlara tebdil etmek ve düşmana karşı silah olarak kullanmak. Kaşkarlı Mahmud'un rivayet ettiği yangın söndürme hadisesini de bu arada zikretmek gerekir. Kaynaklarda daha çok silah olarak kullanılışına rastlanmak- tadır. Bunun sebebi savaşların toplum kitlelerini ilgilendiren tarihî olay niteliği taşıması dolayısıyle, tarih yazıcılarının konuları sahasına girmesindendir. Elbette başka amaçlarla da yada yapılmıştır. Ancak bunlar önem arzetmeyen, sıradan hadiseler niteliğinde olduğu için yazılı kaynaklara konu olmamıştır. O yüzden kaynaklarda nadir rastlanmaktadır. Yada taşı bazı kaynakların ifadesine göre de, hakimiyeti temin ve sembolize eden bir unsur, bir âmil olarak gösterilmiştir.

Eski Türk rivayetlerinin Iran-Hazar versiyonuna göre, dünyaya hakimiyetin tılsımı yede'dir. Onun hakiki sahibi de Türk'tür. Yede taşını alarak haki-miyet davasına kalkışan amcazadesi Oğuz’a karşı galip gelmesini temin maksadı ile Çin, yede taşma nisbetle daha etkili çareler ve tılsımlar bilen on alim ve mahir kamı yardım için Türk'e göndermiştir[140]. Buna göre, Işık Göl civarında yaşayan Hakan Türk ile Aral taraflarında hüküm süren amcazadesi Guz yani Oğuz arasında yada taşı yüzünden uzun savaşlar olmuştur. Bu rivayette yada taşı, Türk'ün milletler üzerine hakimiyetini sağlayan bir ulsımdır. Rivayete göre Hakan Türk'e Çin’den gönderilen on şaman, ilimleri ve tecrübeleriyle yardım ederek taşın yani hakimiyetin Türk'te kalmasını sağlamaya çalışmıştır[141].

Çinliler, Türkler'in hakimiyetlerinin sırrını, at ve süvariliklerine bağlarken, Önasya kavimleri bu sırrın yada taşında olduğuna inanmışlardır[142]. Süryanî Patriği Mihail'in eserine göre, yada taşı'nı Allah, Türkler'e bir hakimiyet tılsımı olarak vermiştir[143]. Türk rivayetlerine göre de, önce Türk hakanları hükümran olmuş, sonra hakimiyet yede taşı'nı çalan Oğuz yabgularına geçmiş, diye gösterilir[144].

Hazar ve Bulgarların bir zamanlar Horasan'da bulunduklarına dair rivayetler vardır. Bir Yahudi rivayeti, Batı Türkistan'da yaşayan üç ve Hazarlarla dört Türk kabilesinin yağmur yağdırarak düşmanlarını mağlup etmek tılsımını bildiklerini, yani hakimiyetlerinin sırrının yede taşı'nda olduğunu, hükümdarlarına Hazar dilince Hakan denildiğini anlatmaktadır[145].

Tarihçi-müfessir Taberî (839-923) ve İbn al-Fakih'deki rivayette, Yahudi menkıbelerinde, İbrahim Peygamber'in şarka gönderdiği üç oğlu hakkında şunlar anlatılmaktadır: Zamiran, Yasubak ve Sukh, babaları tarafından şarka gönderilecekleri zaman ona "Biz o gurbet ve vahşet âleminde nasıl geçiniriz ?" dediler. Ibrahim de, "Ben size Tanrı'nın isimlerinden (tılsımlarından) birini öğretirim, bunu kullanarak siz düşmanlarınıza galip gelir ve harpte sıkıntıya düştüğünüzde bunu kullanarak düşmanlarınız üzerine yağmur yağdırır ve zaferi kazanırsınız." dedi ve onlara bu ismi (tılsımı) öğretti. Onlar da şarka doğru yürüyüp nihayet Horasan'a geldiler, orada türeyip çoğaldılar ve bu isim (ülsım) sayesinde bütün komşu kavimler üzerinde hakim oldular. Yafet neslinden Hazarlar onların haberini duydu ve onlara gelerek, Size bu tılsımı öğreten zat yeryüzündeki inşaların en iyisi, yahut yeryüzünün padişahları olsa gerektir." dediler ve onların (yani İbrahim oğullarının) padişahına "khaqan" lakabını verdiler[146].

Yukarıda naklettiğimiz efsanede, ak sakallı ve ak değnekli bir ihtiyarın, Böğü'nün rüyasında, ona fıstık şeklinde bir taş verip, "Bu taşı muhafaza et- diğiniz müddetçe dünyanın dört bucağına hakim olacaksınız." demesi de yada taşı'nın hakimiyeti sembolize edişi ile ilgili inanca bir işeret sayılabilir[147].

Grenard'ın Türkistan ve Tibet 1897 adlı eserine göre, Türkistan Çini'nin Müslüman halkı arasındaki sihribazların en mühimi cadöger'lerdir. Hasadın bereketli veya bereketsiz olmasını temin edebilen, havanın iyilik ve fenalığı elinde olan bu korkunç sihribazların başlıca sihir vasıtası yat, yade, yada, cede, cadı gibi birbirinin aynı isimler alan taş olduğunu anlatmaktadır[148].

Yakutların sata dedikleri yada taşı'nın canlı ve insan başı şeklinde olduğunu nakleden A. İnan, "Canlı sata'yı ele alıp yukarı kaldırılırsa derhal soğuk rüzgâr eser, yağmur veyahut kar yağar. Elinde bu taş bulunan adam uzak yola çıkarsa, atının yelesi veya kuyruğu altına bunu bağlarsa at terlemez, daima esen serin rüzgâr altında rahat rahat seyahat eder." demektedir[149]

Yada taşı'nı Türkler muharebelerde yanlarında taşırlar ve yada taşı sayesinde düşmanlarına karşı zaferler kazanırlardı[150]. Savaşlarda bu taş ile birlikte bu işleri yapan kimseler de bulundurulur ve bunlar ile düşman üzerine galebe temin edilirdi[151].

Hristiyan ve Moğollaşmakta olan bir Türk kavmi Naymanlar da muhare-belerde yadacıları kullanıyorlardı. Nitekim Buyruk Han da, bir defasında Cengiz Han'a karşı, 1202 yılında bir muharebede bu vasıtaya başvurmuştur[152].

Bu hususta Yakup el-Hamavî, Mucemü'l-büldân adlı eserinde Ebu'l-Ab- bas el-Mervezî'den naklen şöyle anlatmaktadır: Horasan hükümdarı İsmail b. Ahmed es-Sâmânî (M.892-907)'nin şunları anlattığım duydum. "Bir sene 20 000 kişilik bir kuvvetle Türkler üzerine sefer yaptım. Onlardan 60 000 silahlı askerle karşılaştım. Günlerce çarpıştım. Bir gün harb ederken, bize sığınmış olan Türk memlûklardan ve diğer askerlerden bir gurup etrafıma toplanarak, "Kâfir askerinde bizim akrabalarımız ve arkadaşlarımız var. Onlar bize falan kimsenin geldiğini söylediler." dediler. Bahsettikleri bu kişi onların kâhini durumundaydı. Onun kar ve dolu yağdıran bulutlar meydana getirdiğini söylüyorlardı. O kişi böylece, mahvetmek istediklerine büyü yaparmış. Ordudaki mülteci Türkler, o adamın askerlerimiz üzerine, düştüğü kişileri mahveden dolu yağdırmaya karar verdiğini söylediler. Ben onları azarlayıp, "Küfür henüz kalbinizden çıkmamış. Bunu bir insan yapabilir mi ?" dedim. Onlar, "Biz sana tehlikeyi haber verdik. Yarın kuşluk vakti görürsün." dediler. Ertesi günü kuşluk vakti olunca askerlerimin sırtını verdikleri dağın tepesinden büyük ve korkunç bir bulut çıktı. Sonra yayılarak ve büyüyerek ordunun hepscni kapladı. Siyahlığından, onda gördüğüm şeylerden ve onda duyduğum korkunç seslerden dehşete düştüm. Bunun bir fitne olduğunu anladım. Atımdan inip iki rekat namaz kıldım. Askerler ne yapacaklarını şaşırmışlar, başlarına bela gelmesini bekliyorlardı. Allah'a dua edip yüzümü toprağa sürerek yalvardım. "Ey Allah'ını, bize yardım et. Kulların mihnetin karşısında zayıf düştüler. Kudretin ancak senin elinde olduğunu, zarar ve menfaatin ancak senden geldiğini biliyorum. Allah'ım, bu bulut bizim üzerimize dolu yağdırırsa Müslümanlar zayıflar, müşrikler kuvvetlenir. Kuvvet ve kudretinle onun şerrini bizden uzaklaştır. Ey azamet, kuvvet ve kudret sahibi." dedim. Çok dua edip Allah'ın yardımını bekleyerek, azabından korkarak yüzümü topraklara sürdüm. Hayrın ancak Allah'tan geldiğini, kötülüğü ondan başkasının sayamayacağını biliyordum. Ben bu haldeyken memlûklarım ve diğer bazı askerler gelerek selâmete erdiklerini müjdelediler. Kolumdan tutarak beni secdeden kaldırdılar. "Ey emir bak" dediler. Başımı kaldırdım. Bulut askerlerimin üzerinden Türk askerlerinin üzerine gitmiş, oraya büyük dolular yağdırıyordu, onlar panik içindeydi. Hayvanları ürkmüş, çadırları yıkılmıştı. Dolu taneleri kimin üzerine düşerse onu takatsiz kılıyor veya öldürüyordu. Adamlarım, "Onların üzerine hamle yapalım mı ?" dediler. Ben "Hayır Allah'ın azabı daha dehşetli ve daha acı." dedim. İçlerinden pek azı kurtulabildi. Karargâhlarını olduğu gibi bırakıp kaçtılar..."[153]

Tuluy da yine bu yöntemi Yutşenlere karşı bu sanata vakıf olan Kangh bir Türk vasıtası ile başarılı bir şekilde kullanmıştır[154].

Moğolların Gizli Tarihi, yadacıların uygulamaları ile ilgili en eski tanıklığı sağlamaktadır. "Savaş düzeni alarak sıralandık... Birliklerin hareketi sıra-sında... bunlara yani yada taşlarına karşılıklı olarak sahip olunduğunda, Bu- yıruk han ve Kutluka, büyük bir fırtına başlattılar. Onlar bu fırtınayı oluştururken, sihirli fırtına tersine döndü ve onların tam üzerlerine düştü. Onlar ilerleyemediler ve su birikintileri içine düştüklerinde toplu olarak şunu söylediler: Gök tarafından sevilmiyoruz."[155]

Yadacılık hakkında sonraki asırlara ait tarihi vesikalarda da bazı bilgiler vardır. Cüveynî, Oktay'ın Hıtay taraflarındaki fetihlerinden bahs ederken, Moğol ordusunda bulunan Kanklı bir Türkün yada taşı vasıtası ile yağmur yağdırmaya memur edildiğini, yaz ortasında günlerce yağan yağmur ve kar karşısında Çinliler'in dehşete düştüklerini ve Moğol ordusunun bu sayede galip geldiğini anlatıyor[156].

Celâleddin Herzemşah'ın inşâ kâtipliğini yapmış ve bütün seferlerine katılmış olan, Nesevî'nin bizzat görüp, bildirdiğine göre, Harzemşahların son Hükümdarı Celâleddin Harzemşah ( ? -1231), yada taşı'na sahip idi ve bununla yağmur yağdırıyor idi. 1228 senesinde Moğolların önünden çekilerek Doğu Anadolu'ya gelen Sultan Celâleddin'den burada yaşayan ve kuraklıktan bunalmış bulunan Oğuzlar, yağmur yağdırmasını rica ettiler. Ahlat civarında Veleşgird Ovası'nda icra edilen yağmur merasimini Celâleddin bizzat idare etmiştir. Derhal gök kararmaya ve yağmur yağmaya başlamış, yağan yağmurun çokluğundan ortalık çamur ve bataklık halini almış, hatta sultanın otağına bile gidilemez olmuştur. Bu hadiseden Sultan Celâleddin'in sahip olduğu yada taşı'nı seferlerinde yanında taşıyıp gerektiğinde kullandığı gibi, Doğu Anadolu'da yaşayan Oğuzlar'ın da yada taşı ile yağmur yağdırma geleneğini halâ unutmadıklarını anlıyoruz[157]. Fuat Köprülü, bu âdetin hatıralarının Anadolu Oğuzları arasında asırlarca devam ettiğini, zira Necati, Bâkî, Nefî gibi Osmanlı şairlerinde de bunu ima eden bir takım şeylere rast gelindiğini kaydediyor[158].

Barthold'un eserinin Kalmuklar'dan bahseden kısmında, kısaca Kırgız ve Kazaklara temas edilmekte ve "Kırgızlar Moğollarla akrabadır. Başlarında padişahları yoktur, sadece Kaşka dedikleri beyleri vardır. Onlar ne kâfirdir ne de Müslümandırlar. Dağların virajlı geçişi bulunan yerlerinde yaşamaktadırlar. Eğer her hangi bir düşman onlara karşı saldırıya geçecek olursa, bu durumda ailelerini dağın içlerine göndererek, kendileri kimsenin geçmemesi için bu geçitleri tutarlar. Yada taşı ile üzerlerine yürüyen düşmanlarına karşı kar yağdırarak o kadar şiddekli soğuk çağırmaktadırlar ki, düşman askerleri el ve ayakları ile haraket edemez hale gelirler. Bundan sonra da hücuma geçerek düşmanlarını dağıtırlar." Denilmektedir[159].

H.935 (M.1528-1529) yılı olaylarını anlatan Sultan Babür, İranlı Şehzade Tahmasb'ın kırkbin adamla Bistan ve Damgan üzerine yaptığı ve Özbekler'i mağlub ettiği yürüyüşü müteakip, civardaki hanların Özbekler'e ittifak tekliflerine şu cevabı verdiklerini rivayet etmektedir: "Bütün han ve sultanlar Meşhed'de otururuz. Kızılbaş ordugâhının civarında bulunarak düşmanın baş kaldırmasına imkân bırakmamak için, birkaç sultanı yirmibin asker ile oraya tayin ederiz. Güneş Akreb Burcu'na girince, yadacılara yada yapmalarını emrederiz ve böylece onu tacizle mağlup ederiz." cevabını vermişlerdir[160]. Aynı tarihlerde yada ve yadacılığın Babürîler tarafından da bilindiği ve gerekli hallerde uygulandığı, Babür'ün kaydettiği şu hadiseden anlaşılmaktadır. Hindistan’ın toz ve sıcağından şikâyetçi olan Sultan Babür, 1529 İlkbaharında, Şiraveli’ye geldiklerinde komutanlarından Tohta-Buğa'nın yada yaptığını şöyle anlatıyor: "Tohta-Buğa Sultan yada yapmış. Şiddedi rüzgâr kopup, yağmur yağmağa başladı. Güzel bir hava oldu."[161]

İran Şahı olan Hüseyin (1694-1722) ile kardeşi Abbas arasında çıkan taht mücadelesinde, Abbas mağlup olarak Osmanlı Devleti'ne iltica etmişti. Kendisine İzmir Gümrüğü gelirinden 200 akçe tahsisat verilerek Midilli'de ikamet ettirildi. Fakat serkeşane davranışları yüzünden oradan alınarak Lim- ni'de ikamet ettirildi. Ancak Abbas oradan kaçıp Bozok'a (Yozgat ve havalisi) gelerek civar halkından topladığı kuvvadere dayanarak bayrak açıp şahlığını ilan etti (1716) ve bir Türkmen beyini Çorum paşası tayin etmek istedi. Abbas, üzerine gönderilen Osmah kuvvetleri tarafından mağlup edilerek idam edildi. O havali halkından olan ve Abbas ile yapılan muharebelerde bulunan güvenilir kimseler, Abbas'ın ortaya çıkışından ölümüne kadar türlü türlü sihir ve hilelerinin eserlerine şahit olduklarını söylemişlerdir. İnsanlardan pek çoğu bu münasebede yanılgıya düştüklerinden başka, Abbas'ın üzerine hücum edildiği gün, beri tarafta şiddetli kar, yağmur, gök gürültüsü ve şimşekler var iken, Abbas'ın tarafında bir damla yağmur bile görünmedi. Toplanma mahalleri olan dağın değil ağaçları, onun bulunduğu yerin toprağı bile kalabalık asker dolu görünür idi. Ortadan kaldırılmasından sonra o hal üzerlerinden kalkıp kar ve yağmurun kaybolduğu müşahede edilmiştir[162]. Bu hadiseyi, Türklerin Müslüman oluşundan sonra yada taşı ile yağmur yağdırmala-rının bilinen son örneği saymak yanlış olmasa gerektir.

Türklerin yada taşı ile yağmur yağdırdıklarına dair belki daha başka bilgiler de vardır. Ancak esasen bizim burada arzuladığımız şey, bu usulün XVIII. yüzyıl sonu Osmanlı-Rus savaşlarında kullanılmış olmasını ortaya koymaktır.

Yada taşı'nın savaşlarda silah olarak kullaıuhşınm son örneğini XVIII. yüzyılın son yarısına rastlayan 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşında görüyoruz. Kaynakların ifadesine göre 1768-1774 savaşında Osnıanlı ordusunun uğradığı ilk büyük hezimet bu sebebdendir. Rus ordusunda bulunan ve sayıları 100.000'in üzerinde olup Rus ordusunun 1/4'ünü oluşturan gayrimüslim Kalmuk Türkleri tarafından, Müslüman Osmanlı Türkleri'ne karşı bu silahın kullanılması sonucu perişan olan Osnıanlı Ordusu, pek büyük kayıplar vermiş ve Karadeniz'in kuzeyindeki bütün topraklarını terk ederek. Tuna Nehri- 'nin beri yakasına kadar çekilmek zorunda kalmıştır.

Rusya'nın Lehistan'ın iç işlerine müdahelesi sonucu başlayan 1768-1774 Osmanlı-Rus harbinin, Hotin muharebeleri esnasında, Hotin'de bulunan Mustafa Kesbî'nin anlattığına göre, Hotin kalesi üzerine yürüyen Rus ordusu, Kamaniçe önlerinde ordugâh kurmuştur. Turla Nehri'nin karşı yakasındaki İzvançe Sahrası'na hayvanları için ot toplamaya giden Hotin Kalesi muhafızları, pek çok defa Rus katana süvarilerinin saldırılarına hedef olmuşlardır. Ot toplamakla meşgul olan muhafızlar, Rııslar tarafından saldırıya uğrar, esir edilerek götürülmek istenirlerdi. Durumu kaleden izlemekte olan Hotin muhafızları duruma müdahele edip Rusları takip ederler ve zaman zaman küçük çaplı meydan muharebeleri olurdu. Her muharebe sonrası dönüşde, piyade ve süvari muhafızlar, şiddetli yağmura tutulurlar, nehir o derece coşardı ki, piyadelerin geçişine fırsat tanımadığı için, süvariler onları atlarının terkilerine alarak Hotin yakasına geçirmek zorunda kalırlardı. Fakat yine de bu geçişler esnasında pek çok asker suda boğularak hayatını kaybetmekte ve ciddi zayiatlar verilmekte idi. Kale muhafızlarını her ceng dönüşünde karşılayan bu yağmurun sihir ve efsun ile meydana geldiğini, Hotin kalesi'nde bulunan ehli vukuf Lipkalar[163] ve Hotin yamakları haber vermişlerdir. Kaynağımız kendi lisanı ile bn hadisen şöyle tasvir ediyor: "Moskovlu Kamaniçe önünde ordusunu kurup ikâmeti esnasında beher gün katana süvarisinden beş on süvârî Izvançe Sahrası'na gönderüp çayır ve kiyâh tedârükinde olan yeniçeri üzerine hücûm evledikde on nefer müsellah piyadeyi bir nefer Mos- kovhı alız u esir eylediği nice ken e kal a tâbiyyelerinden müşâhede olundu idi ve bu makûle kayd-ı esre giriftar olanları halâs içün süvârî ve piyâde ta kîb edüp verâlarından vardıkları Moskovlu'nun maiûmu oldukda der-kemîn olan askeri meydâna çıkup çarha cengi kurulduğu görüldükde derûn-ı kafadan birbirini müte'âkib süvârî ve piyâde hurüc eder idi ve temâmm-ı asker-i İslâm bî-tâb olup i‘âde eylediklerinde der-akab matar-ı azîm zâhir olup nehr-i mezkûr piyâdeye yol vermediğinden levendât-ı süvâriyân piyadeleri at terkisine alup imrâr ve her ne kadar sa‘y u himmet olunsa dahi vâfır âdemin cism ü cânına ızrâr eylediği sihr-i efsûn ile zuhûr eden emtârdandır, deyü vukufu olan Lipkalar ve Hotin yamakları ihbâr eylediler."[164] Diğer bir kaynakta da, "Bi-hikmeti'l-lâhi te'âlâ İslâm askeri her ne vakit karşuya ııbûr eder ise, i'âdeye vakit kalmayup yağmur yağardı."[165] Yağan yağmurun sebebi de "Bu yağmur, mücerred Moskovlu'nun içinde olan Kalmuk Tatarı'nın sihir ve efsûnu ile yağar derlerdi."[166] ifadisi ile belirtilmektedir.

Defalarca tekrarlayan yukarıdaki hadiseden sonra diğer hadise, Serdâr-ı Ekremin Turla Nehri'ni geçerek Ruslar üzerine hücum etmek istediği sırada meydana gelmiştir. 1768 Seferi'ne, ordunun başında vezîr-i azam ve serdâr-ı ekrem sıfatı ile çıkan yağhkcızâde Mehmed Emin Paşa'nın gevşekliği, kararsızlığı ve tedbirsizliği dolayısıyle azli üzerine, bu makama getirilen Moldo- vancı Ali Paşa, (9 R. 1182/12 Ağustos 1769) selefinin durumuna düşmemek için, Hotin karşısında, Turla Nehri'nin öte yakasında bekleyen Galiçin'in kumandasındaki Rus kuvvetleri üzerine yürümek ve Rusların Hotin üzerinde oluşturdukları tehdidi ortadan kaldırmak istedi. Nehir üzerinde inşa edilen köprüden karşıya geçildi (9 Eylül 1769)[167]. Serdâr-ı ekrem Ali Paşa'nın ordusu Rus kuvvederi üzerine hücum etmek üzere nehrin karşı tarafında bulunduğu sırada, gittikçe ziyadeleşen şiddetli bir yağmur başladı. F.trafdaki dağ, vadi ve derelerden katılan yağmur suları ile nehir iyice coşup kabardı ve taştı. Kurulmuş olan köprü de kırıldı ve çöktü[168]. Köprünün çöküşüne, nehrin akıntısından ziyade, nehrin yukarı mecramda bulunan Rus askerleri tarafından, nehre bırakılan büyük ağaçlar sebep olmuştur[169]. Köprünün yıkılması ile geriye dönüş imkansız hale geldi. Muharebeye tutuşulması halinde yağmurun şiddetinden top ve tüfek atışının mümkün olamayacağını anlayan askerin moral gücü kırıldı ve âdeta hayadarından ümideri kesildi. Bu durumu yakından gören Rus kuvvetleri hücuma geçtiler. Bu şardar altında karşı koymaya mecali kalmamış olan Osmanlı askeri, piyadesiyle, süvarisiyle; top, cephane, çadır, çerge, bütün ağırlıkları bırakarak panik içinde kaçmaya başladı. Köprü başına gelip köprünün yerinde olmadığını gören asker birbiri ardınca nehre atladı. Nehre atlayanlardan ancak onda biri karşıya ulaşabildi, diğerleri boğuldu[170]. Yağmurun ardından kar yağmağa başladı[171]. Bu harekâta katılan Osmanlı kuvvetlerinden üçte biri kurtulurken, üçte biri esir ve diğer üçte biri de hayatını kaybetmiştir[172]. Nuh Tufanı'na muâdil gösterilen yağmur ve kardan Rus kuvvetlerinin etkilenmeyip hemen hücuma geçmeleri de göstermektedir ki, bu yağmur hadisesi de öncekiler gibi, Rus ordusu içinde var oldukları bilinen Kalmuklar tarafından vücuda getirilmiştir[173].

Bu hezimetten sonra Hotin'i müdafaa ümidini kaybeden serdâr-ı ekrem, kale kapılarını çekip mühürleyerek İsakcı'ya kadar çekilmiştir. Geride kalan bütün silah, cephane ve sair ağırlıklar Rusların eline geçmiştir[174]. Bu esnada Hotin kalesinde zahire azlığı ve surların yer yer tahrip olmuş olmasına rağmen beşyüz kadar top ve bol miktarda cephane bulunuyordu[175].

1768 Seferi'nin ikinci yılında 1 Ağustos 177O'de meydana gelen Kartal bozgunundaki zayiatın büyüklüğünün sebebi de, Hotin'deki köprü vakasında olduğu gibi, yağan şiddetli yağmur sonucu, Tuna Nehri'nin taşıp üzerindeki köprünün yıkılmasına bağlanır[176]. Kartal'daki Osmanlı ordusu Serdar-ı ekrem İvazzâde Halil Paşa kumandasında, 50.000 kişilik Tatar kuvveti ile birlikte 180.000 kadardır. Romanzof kumandasındaki Rus ordusu 30.000 kişiden ibarettir. Türk ve Tatar kuvvetleri arasında Petro'nun Prut'ta düştüğü duruma düşen Romanzof, anî bir hücumla kendini kurtarmağa karar vermiştir. Zira karşısındaki ordu Prut'taki Baltacı'nın ordusundan bin kat daha kötü ve düzensizdir. Romanzofun hücumuna dayanamayan talim ve terbiyeden mahrum Osmanlı ordusu büyük bir bozguna uğramış, üçte biri şehit düşerken, 143 parça top, 7.000 zahire yüklü araba ve diğer ağırlıklar düşman eline geçmiştir[177]. 12 R. 1184/5 Ağustos 1770 tarihli sadaret tezkiresinde, düşmana terk olunan malzeme "bazı çadır, beş kıta balyemez top, 120 parça şâhî top, yedi sekiz havan va cephane" olarak gösterilmiştir[178]. Serdâr-ı ekrem Halil Paşa'nın muharebe öncesi, 1770 Haziran ayı ortalarında padişaha gönderdiği arzda, Tuna Nehri'nin azgınlığının geçmişte benzeri görülmemiş boyutlara ulaştığını, böyle bir azgınlığın 59 yıl önce Baltacı Mehmed Paşa zamanında görüldüğünü, bundan gayrı benzerinin görülmemiş olduğunu, "...Bi-hikmeti'l-lâhi te'âlâ misli mesbtık olmayıp, bir defa Baltacı Vezir-i merhum zamanı yiğirmiüç tarihinde vuku bulan tuğyândan ittifak-ı ahâlî ile vâfir ziyâde Tuna Suyu tuğyân etmekle..." ifadesi ile dile getirmekte idi[179]. Diğer taraftan genel durum şöyle hulâsâ edilmektedir, "küffâr zuhûrundan müte- lâşî olan asker fırâr eylemek dâ'iyyesinde iken min-tarafu'r-Rahmân Nehr-i Tuna taşup cisr-i mezkûru şikest ve mecâl-i askeri kesr eylediği evânda Ordu- yı hümâyûn'a üç sâ'at ba'îd mahalden küffâr top atmağa mübâşeret eylediğini müşahede eden İslâm askeri esîr ve mâl-ı ganâyimden geçüp mâl-ı mev- cûdunu terk ile cây-ı necât ve tarîk-ı fırâra şitâb ve Hotin vak'asında olduğu gibi bahr mesabesinde olan nehre kendülerini ilkâ’ u gark ve telef ve tâ’ife-i levendât fevç fevç Özi ve Bender ve İsmâ'il taraflarına perîşân olup Ordu-yı hümâyûn'da hârgâh u bârgâh ve zahâ’ir arabalarıyle ve çeleng ve hazîne san- dukalarıyle ve top ve mühimmât-ı cebehâne takımıyla kahıp, bunda bir nev‘ Osmânlunun desise ve hilesi vardır, mülâhazasına mebnî bir iki güne değin Moskovlu gelüp tehî ve âdemden hâli olan mâl-ı ordunun zabtına cesâret edemedi."[180] Bozgun sonrası durumu arzeden 12 R 1184/5 Ağustos 1770 tarihli tezkirede ise, Tuna Nehri'nin azgınlığının bundan önce bildirildiği gibi devam ettiği, nehir sularının normal seviyeye inip köprü geçişi için müsait şartlar oluşuncaya kadar durumun düzeltilmesi ile meşgul olunacağı bildirilmekte idi[181].

Rusların yağmur yağdırma tekniğini, aralarında bulunan Türkler vasıtasıyla uyguladıkları şüphesizdir. İsveç elçisinin 1736 yılında, Osmanlı hükümetine sunduğu, Rus ordusunun 1718 yılındaki durumu ile ilgili rapora bakıldığında, Rus ordusu içinde yer alan Kalmuk askerinin, sayı itibarı ile ciddi bir yekûn tuttuğu görülmektedir. Bu rapora göre, çarlık muhafız kuvvetleri dahil, toplam 372.922 kişiden meydana gelen Rus ordusunda 104.000 kişilik Kalmuk askeri bulunuyordu[182]. Diğer taraftan, Rusların içinde bulunan Türk asıllı topluluklar Kalmuklar'dan ibaret olmayıp, bugün Rus olarak bilinen 500'den fazla sülâlenin Türk asıllı olduğu isbadanmıştır[183].

XVIII. yüzyılda Rusya'nın büyüme arzusu ile hız kazanan Osmanlı-Rus savaşlarında, bunlara benzer başka sel ve köprü felâketlerine daha rastlamak mümkündür. Bu hadiselerin ardında da aynı usûl ve teknik ile yağdırılan yağmurların olabileceğini gözardı etmemek gerektiği kanaatindeyim. Meselâ aynı usûl ile yağmur yağdırıldığına dair kaynaklarda bir bilgi bulunmamakla birlikte, aynı savaşlar esnasında Sadaret'in sunduğu arzlardan birinde "Prut Nehri dahi Han Tepesi tarafında sahraya taşıp, geçit vermeyip, geçit olan bir iki mahalle Moskovlu kâfiri top ve piyadeler vaz‘ etmekle.,."[184] ifadesinden, benzer bir tertibin varlığı hissedilmektedir. Hatta, Yukarıda sunduğumuz, Serdâr-ı ekrem Halil Paşa'nın Tuna Nehri'nin böyle bir tuğyanının ancak 59 yıl önce Baltacı Mehmed Paşa'nın Prut Seferi sarısında görüldüğüne dair raporu, Baltacı'nın da yine Ruslar tarafından aynı usûl ile yağdırılan yağmur felâketine uğratılmak istenmiş olabileceğini akla getirmektedir.

* Her ne kadar bu kelime mütercim tarafından yat diye okunmuş olsa da yet okunması gerektiğine kaniyim.

Dipnotlar

  1. Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara 1995, s. 160-161 (Bu eser bundan sonraki dipnotlarda kısaltılarak Şamanizm adiyle verilecektir); Faruk Sümer, "Eski Türklerde Yağmur ve Kar Yağdırma Adeti", Resimli Tarih Mecmuası, Cilt IV, Sayı 44, Ağustos 1953, s. 2534.
  2. Kaşgarlı Mahmud , Divânü Lûgat-it-Türk, III, Terceme: Besim Atalay, Ankara 1992, s. 3.
  3. Kaşgarlı Mahmud, a.g.e., s. 159.
  4. Kaşgarlı Mahmud, a.g.e.. Dizin, Ankara 1972, s. 147.
  5. Kaşgarlı Mahmud, a.g.e., III, s. 307-308.
  6. Kaşgarlı Mahmud, a.g.e., II, s. 355.
  7. Köprülüzade Mehmed Fuad, "Eski Türklerde dinî-sihrî bir anane", Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Cild IV, Sayı 1, İstanbul 1925, s. 10; A.von Gabain de eserinde "yad: yağmurtaşı" imlasını almıştır. Bkz. Eski Türkçenin Grameri, Terüme: Mehmet Akalın, Ankara 1988, s. 307.
  8. Şemseddin Sâmî, Kamûs-ı Türkî, İstanbul 1978, s. 1544.
  9. Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügati IV. İstanbul 1945, s. 722.
  10. Ş. Sâmî, a.g.e., s. 1549.
  11. Lazar Budagov, Sravnitel’niy Slovaz Turetsko-Tatarskih’ Naraçiy (=Türkçe-Tatarca Lehçelerin Kıyaslayın Sözlüğü), II, Sant Petersburg 1871, s. 351.
  12. L. Budagov, gös. yer.
  13. B. Ögel, Türk Mitolojisi, 1, Selçuklu Tarihi ve Medeniyeti Enstitüsü Yayını, Ankara 1971, s.301
  14. Caferoğlu Ahmet, Uygur Sözlüğü. İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü yayını. İstanbul 1934. s. 216. Büyür kültür tarihçisi İbrahim Kafesoğlu da, eski Türklerin yağmur, dolu yağdırmak, rüzgâr estirmek için sihrine müracaat ettikleri bildirilen yada taşı (yağmur taşı)' na. Türkçe’de kaş denildiğini Eski Uygur Sözlüğü ne dayanarak bildirmektedir. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1983, s. 291; aynı sayfa not. 487
  15. K. K. Yudahin. Kırgız Sözlüğü, II. (Türkçeye Çeviren: Abdullah Taymas), Ankara 1994, s. 715.
  16. Türk Dil Kurumu, Tarama Sözlüğü. VI, Ankar 1972, s. 4189.
  17. By Sır James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon= Türkçeden İngilizceye Lügat Kitabı, Constantinople 1921, s. 2199.
  18. Ziya Şükün. Farsça-Türkçe Lügat Gencinei Güftar Ferhengi Ziya, II, İstanbul 1948, s. 1227.
  19. Mirza Mehdî-yi Esterâbâdî, Sanglalı. Naşreden: Rûşen-i Hiyavî, Neşr-i merkez, 1374/1995, s. 143.
  20. Seyyid Muhammed Ali Dâî el-İslâm. Ferheng-i nizâm, III, Tahran 1363 H, s. 418.
  21. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü. III, İstanbul 1983, s. 634.
  22. Celâl Esad Arseven, Sanat Ansiklopedisi. V, İstanbul 1975, s. 2199.
  23. C. E. Arseven, a.g.e., s. 2230.
  24. Bu yazılış şekli ve değerlendirmesi için bakınız. Köprülûzade Mehmed Fuad, Köprülûzade, a ğ mak, s. 8; Bu makaleden naklen Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara 1968, s. 63.
  25. M. Şerefeddin Yaltkaya'nın Türkiyat Mecmuası'nın V. çillinde yayımlanan Ebu Reyhan'ın bir Kitabı", adlı makalesinin s. 21’deki dipnotunda Tansuknamei İlhanı'den aynen şöyle nakledilmektedir: "Yağmur taşı ve onun hassaları: Bu; maruf ve meşhur bir taşur. Türkler ona Û- derler. Bu taşın türlü türlüleri vardır."
  26. Ayşe Duvarcı, Türkiye'de Falcılık Geleneği ile bu Konuda iki Eser, Ankara 1993, Kültür Bakanlığı Yayını, s. 26.
  27. A. İnan, Şamanizm, s. 160; Osman Turan, Türk Cihan Hâkinıiyyeti Mefkuresi Tarihi. I- II, İstanbul 5. Baskı, tarihsiz, s. 127.
  28. Bahaddin Ögel, Türk Mitolojisi, I. Ankara 1971, s. 27;
  29. O. Turan, a.g.e., s. 127.
  30. A. İnan, Şamanizm, s. 160.
  31. B. Ögel. a.g.e., s. 313-316.
  32. Abdülkadir İnan, Makaleler ve incelemeler, I. .Ankara 1987, s. 158.
  33. Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara 1968. s. 48.
  34. H. Tanyu, a.g.e., s. 44; Jean-Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Türkçeye Çeviren: Aykut Kazancıgil, İstanbul 1994, s. 78.
  35. Zekeriya b. Muhammed Kazvinî, Acâ'ibü'l-ınablûkât ve Garâ'ibü'l-mevcûdât, Nuruosmaniye Kütüphanesi, Nr. 3025, v. 217b; Nr. 3027. v. 93b.
  36. F. Sümer, a.g.mak, s. 2534; Hikmet Tanyu, ag.e. s. 55-56.
  37. Köprülüzade, a.g.mak, s. 4.
  38. İnb Haldun, Mukaddime. III, Türkçeye Çeviren: Zakir Kadiri Ugan, İstanbul 1988, s. 8.
  39. A. İnan, Şamanizm, s. 161.
  40. O. Turan, a.g.e. s. 129.
  41. Taşköprülüzâde Kemaleddin Mehmed Efendi, Mevzûatû’l-ulûm, Dersaadet 1313, s. 384.
  42. Ayaş'ta doğmuş, İstanbul medreselerinde tıp tahsili yapmış, saray hekimliğine tayin edilmiştir. Bir ara tıp eğitimi veren Sûleymaniye medresesi’nde tıp darsleri vermiştir. Ordu başhekimi sıfatı ile seferlere katılmıştır. Doğum tarihi bilinmeyen Şifaî, hayli ilerlemiş yaşta iken Diyarbekir niyabetinden mazulen dönerken Ankara'da 1705 yılında vefat etmiştir. Bilgi için bakınız. A. Süheyl Ünver, "Yağmur Taşı hakkında" İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi. Cilt IV, Sayı 7, s. 78.
  43. Şâbân Şifâî, Risâle-i şifâiyye fî beyân-ı envâ'-i ahcâr. Nuruosmaniye Kütüphanesi, Nr. 3544, v. 64b-65a; A. S. Ünver, a.g.nıak., s. 79-80.
  44. Köprülüzade ağmak., s. 9, not 1; H. Tanyu, a.g.e, s. 64.
  45. Nâsıreddin Tüsi, Merâğa Rasathanesi'nin kurucusudur. Hülagu ve Abaka Han'ın maiyyetinde çalışmış bir astronomi alimidir.
  46. Asıl adı Nâsıreddin Tûsî'dir (18 Şubat 1201 Tûs-26 Haziran 1274 Bağdat). Tüsî'nin MEB. Islâm Ansiklopedisindeki biyografisinde, eserleri arasında Tansuknâme zikredilmemektedir. Bakınız "Tûsî" mad. M., XII/11, İstanbul 1988, s. 132-133. Tansuknâme'nin Tûsî'nin eseri olarak gösterilmesi Şifâî'nin hatası olsa gerektir. Zira Tansuknânıe Reşidüddin'in eseridir ve tam künyesi Tansuknâme-i İlhânî der Fünûn-ı ulûm-ı Hıtâî' dir. Bakz. Şemseddin Günaltay, İslam Talihinin Kaynakları-Tarih ve Müverrihler-, İstanbul 1991, s. 297; "Reşidüdîn" mad. İA, IX, İstanbul 1964, s. 705-709.
  47. Ş. Şifâî, a.g.e. v. 64a.
  48. Ebu Zeyd el-Belhî'ye izafe edilen El-Bed' ve't-târih aslında Tâhir el-Makdîsî'nin eseridin ve tam künyesi Kitâbü'l-bed' ve't-târih'dir. Bilgi için Bkz. "Belhî" mad. İA, II, İstanbul 1979, s. 487.
  49. R. Şeşen, a.g.e, s. 193.
  50. Köprülüzade a.g.mak., s. 10.
  51. Mahmut R. Gazimihâl, "Büyücülükte Taşkömürü ve Yada Taşı", Türk Folklor Araştırmaları (Dergisi), Cilt VIII. Sayı 168, Ağustos 1963, s. 3136.
  52. V. V. Barthold. Oçerk İstoriy Semireçiya (-Semireçiya Vilayetinin Hatıra Kitabından ayrıbasını), Vermiy (Almatı) 1898, s. 91, not. 1.
  53. Ziya Gökalp. "Eski Türkler'de Din", Yeni Mecmua, Cilt II. Sayı 47. 6 Haziran 1918, s. 403.
  54. H. Tanyu, a.g.e., s. 43.
  55. Burada bir hata olsa gerektir. Fransızca’daki jaspe kelimesinin karşılığı, yeşime benzeyen alacalı donuk akik demektir. Halbuki burada kastedilen yada/cada imlasına benzerliği dolayısı ile sözkonusu edilen ve yeşim demek olan jada olsa gerektir. Bkz. Şemseddin Sami, Resimli Kamus-ı Fransevi, İstanbul 1318. s. 1304. 1307; Fransızca Türkçe Sözlük, Milliyet Yayını, İstanbul 1990, s. 345, 346.
  56. H. Tanyu. gös. yer.
  57. C. .Ahmet, a.g.e., s. 133.
  58. Kaşgarlı Mahmud, a.g.e.. İli, s. 22, 152; Kaşgarlı Mahmud, a g e.. Orjinal metin: Kültür Bakanlığı neşri, Ankara 1990, v. 227a-227b; Köprülüzade, a.g.mak., s. 3-4.
  59. Z. Gökalp, Eski Türkler'de Din. s. 402-403.
  60. Z. Gökalp, Aynı mak., 403.
  61. Z. Gökalp, Aynı mak., s. 404.
  62. Şerefeddin Yaltkaya, "Yat yahut Yağmur taşı”. Gündüz (Dergisi). Cilt 1. Sayı 3, 15 Haziran 1936, s. 67-68.
  63. Celâl Yıldırım, Kıır'ân-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Tercüman yayını, s. 571-572.
  64. Köprülüzade, a.g.mak., s. 9, not 1.
  65. Z. Gökalp. Eski Türkler'de Din, s. 403.
  66. Nihat Sâmi Ba narlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, I. İstanbul 1987, s. 28-29; Ziya Gökalp, "Eski Türklerde İçtimâi Teşkilât ile Mantıkî Tasnifler Arasında Tenâzûr”, Milli Tetebbıılar Mecmuası, Cilt I. Sayı 3, Temmuz-Ağustos 1331, s. 440.
  67. R. Şeşen, a.g.e., s. 71; F. Sümer, a.g.inak., s. 2534; Z. Gökalp, Eski Türkler'de Din, s. 403; H. Tanyu, a.g.e., s. 52.
  68. R. Şeşen, a.g.e., s. 30; Köprülüzade a.g.mak., s. 5.
  69. Aydınlı Hoca Ahnıed Efendi. Aksa'l-ireb fi-tercemetü Mukaddimeni 1-edeb, Süleymaniye Kütüphanesi, Esat Efendi Kısmı, Nr. 3180, v. 116a.
  70. R. Şeşen, a.g.e., s. 194.
  71. R. Şeşen, a.g.e., s. 199; Ş. Şifâî, a.g.e, v. 69a; Ş. Şifâî'den naklen A. S. Ünver, a.g.mak., s. 83-84; H. Tanyu, a.g.e., s. 59; M. Şerefeddin Yaltkaya. "Ebu Reyhan'ın bir Kitabı", Türkiyat Mecmuası, Cilt V, Sayı 1, İstanbul 1935, s. 21, Not 1.
  72. Köprülüzade a.g.mak., s. 8; M. Ş. Yaltkaya, Ebu Reyhan'ın bir Kitabı, s. 21.
  73. Câbir b. Hayyân'ın Kitâbü'l-havâssü'l-kebîr , Bayezıt Devlet Kütüphanesi, Veliyyüddin Efendi No: 2564, v. 56a-56b; Aynı eserden H. Tanyu, a.g.e., s. 66; M. Ş.Yaltkaya, Ebu Reyhan'ın bir Kitabı, s. 20'de yaptıkları nakilde, bu taşın Karluk Türkleri'nin topraklarında bir derede bulunduğu, bu yerlerde aynı zamanda elmas da olduğu, bu vadinin içinde müthiş yılanlar, büyük yırtıcı kuşlar bulunup, manzaranın çok korkunç olduğu anlatılıyor. Bu yağmur taşının bulunduğu yerden geçirilen katır ve merkep gibi hayvanların ayaklarına keçeler sarılarak taşların birbirine çarpıp yağmur yağmasına karşı tedbir alınması gerektiği söyleniyor.
  74. Z. Gökalp, Eski Türkler'de Din. s. 403; R. Şeşen, a.g.e.. s. 136-137; Köprülüzade, a.g.mak., s. 6-7; H. Tanyu, a.g.e.. s. 60.
  75. R. Şeşen, a.g.e., s. 192.
  76. Zeki Velidi Togan, İbn Al-fakih'in Türklere Ait Haberleri. Belleten. Cilt XII, Sayı 45, Ankara 1948, s. 15.
  77. Ş. Şifâî, a.g.e., v. 64a-64b; A.S. Ünver, a.g.mak., s. 79.
  78. Ş. Yaltkaya, Yat yahut Yağmur Taşı. s. 68.
  79. O. Turan, a.g.e., s. 129.
  80. Ş. Şifâî. a.g.e., v. 68b-69a; A. S. Ünver, a.g.mak., s. 83.
  81. H. Tanyu, a.g.e., s. 65.
  82. R. Şeşen, a.g.e., s. 199.
  83. A. İnan, Şamanizm, s. 163.
  84. Z. Gökalp, Eski Türkler'de Din, s. 404; A. İnan, Şamanizm, s. 162-163; H. Tanyu, a.g.e., s. 61; Mehmed Ali Aynî, Milliyetçilik, İstanbul 1943, s. 88.
  85. H. Tanyu, a.g.e., s. 69; A. İnan, Şamanizm, s. 163.
  86. A. İnan. Şamanizm, s. 164.
  87. A. İnan, Şamanizm, s. 164.
  88. L. Budagov, a.g.e., s. 351.
  89. L. Budagov, a.g.e., s. 351-352.
  90. Tansukname-i İlhanî, Reşidüddin'in eseridir ve tam künyesi Tansuknâıne-i İlhâni der Fünûn-ı ulûm-ı Hıtâi'dir.
  91. M. Ş. Yaltkaya, Ebu Reyhan'ın bir Kitabı, s. 21, Not 1; H. Tanyu, a.g.e., s. 67.
  92. Z. Gökalp, Eski Türkler'de Din, s. 403.
  93. Z. Gökalp, Aynı mak, s. 404; H. Tanyu. a.g.e., s. 61; M. A. Aynî, a.g.e., s. 88.
  94. A. İnan, Şamanizm,, s. 163.
  95. Köprülûzade, a.g.mak., s. 9, Dipnot 1; F. Sümer, a.g.mak., s. 2534.
  96. O. Turan, a.g.e., s. 129.
  97. M. Ş. Yaltkaya, Ebu Reyhan 'ın bir Kitabı, s. 21. Not 1.
  98. H. Tanyu, a.g.e., s. 65.
  99. J. P. Roux, a.g.e., s. 79.
  100. Köprülüzade, a.g.mak., s. 9, not 1; H. Tanyu, a.g.e., s. 64.
  101. Köprülüzade, a.g.mak., s. 7-8.
  102. Ş. Sâmî, a.g.e., s. 1544.
  103. Ş. Şifâî. a.g.e., v. 67b.
  104. Ş. Yaltkaya, Yat yahut Yağmur Taşı, s. 68.
  105. Ali Ekber Dihhüdâ, Lûgatnâme, XVIIB. Tahran 1345. s. 684; Seyyid Muhammed Ali Dâî el-İslâm, a.g.e., s. 418.
  106. Ş. Şifâi, a.g.e., v. 65b-67a; A. S. Ünver, a.g.mak.. s. 80-82. Bu olay özet olarak, Köprülüzade, a.g.mak., s. 9-10; O. Turan, a.g.e., s. 129; F. Sümer, a.g.mak., s. 2534; H. Tanyu, a.g.e., s. 56.
  107. H. Tanyu, a.g.e., s. 63.
  108. Z. Gökalp, Eski Türkler de Din, s. 404; H. Tanyu, a.g.e., s. 61; M. A. Aynî, a.g.e., s. 88.
  109. H. Tanyu, a.g.e. s. 52.
  110. R. Şeşen, a.g.e., s. 199.
  111. H. Tanyu, a.g.e., s. 67.
  112. H. Tanyu, a.g.e., s. 65.
  113. Ş. Şifâî, a.g.e., v. 65b.
  114. H. Tanyu, a.g.e., s. 66.
  115. A. İnan. Şamanızın, s. 163; H. Tanyu. a.g.e., s. 69.
  116. Şifâî, a.g.e., v. 65b; A. S. Ünver, a.g.mak., s. 80.
  117. Köprülüzade, a.g.mak. s. 9.
  118. O. Turan, a.g.e., s. 131.
  119. J. P. Roux, a.g.e., s. 80.
  120. Reşit Rahmeti Arat, Babın nâme "Babur'un Hatıratı", Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1985, s. 22.<br> R. R. Arat, e.g.e., s. 583-584.
  121. Râşid Efendi, Tarih-i Raşid, Cilt II. İstanbul 1153, v. 102b-103a.
  122. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. Nr. 5945, v. 93a-94b.
  123. Ş. Şifâî, a.g.e., v. 67a-67b; A. S. Ünver, ağmak., s. 82-83; Ş. Yaltkaya, Yat yahut Yağmur Taşı, s. 69.
  124. Ş. Şifâî, a.g.e., v. 67a-67b.
  125. Ş.Yaltkaya, Aynı mak., s. 69-70.
  126. J. P. Roux, a.g.e., s. 80.
  127. J. P. Roux, a.g.e., s. 80.
  128. A. İnan, Şamanizm, s. 163.
  129. O. Turan, a.g.e., s. 129; Ş. Yaltkaya, Yat yahut Yağmur Taşı, s. 69
  130. A. İnan, Şamanizm, s. 163.
  131. Z. Gökalp, Eski Türkler'de Din, s. 404.
  132. Ş. Şifâî, a.g.e., v. 67a.
  133. Ş. Yaltkaya, gös. yer.
  134. Ş. Şifâî. a.g.e., v. 64b-65a.
  135. M. Ş. Yaltkaya, Ebu Reyhan'ın bir Kitabı, s. 21, Not 1.
  136. A. İnan. Şamanizm, s. 163 ve Not 171; Kaşgarh Mahmud, age., Ill, s. 307.
  137. Z. Gökalp, Eski Türkler'de Din, s. 403.
  138. R. R. Arat, e.g.e., s. 22.
  139. R. R. Arat, e.g.e . s. 61.
  140. A. Zeki Velidî Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, s. 17, 27.
  141. N. S. Banarlı, a.g.e,. s. 36.
  142. A. Z. V. Togan, a.g.e., s. 21.
  143. A. Z. V. Togan, a.g.e., s. 108.
  144. A. Z. V. Togan, a.g.e., s. 297.
  145. A. Z. V. Togan, a.g.e., s. 21; H. Tanyu, a.g.e , s. 46.
  146. A. Z. V. Togan, a.g.e.. s. 20.
  147. N. S. Banarlı, a.g.e., s. 29; Ziya Gökalp, Eski Türklerde İçtimâi Teşkiilât.... s. 440.
  148. Köprûlüzade, a.g.mak.. s. 3.
  149. A. İnan, Şamanizm, s. 163.
  150. O. Turan, a.g.e., s. 129.
  151. H.Tanyu, a.g.e., s. 67.
  152. O. Turan, a.g.e., s. 130; J. P. Roux, a g e., s.78.
  153. R. Şeşen, a.g.e., s. 137-138; O. Turan, a.g.e., s. 128; Bu malumatı, A. İnan, Şamanizm, 161-162'de kaynak göstermiksizin; Köprülüzade, a.g.mak., s. 6'da hulâseten vermiştir; F. Sümer, a.g.mak., s. 2534.
  154. J. P.Roux, gös. yer.
  155. J. P. Roux, a.g.e., s. 80.
  156. Köprülüzade, a.g.mak., s. 10; O. Turan, a.g.e., s. 130.
  157. Şehabeddin Ahmed en-Nesevî, Celâlüttin Harzemşah, Türkçeye Çeviren: Necip Asım. İstanbul 1934, s. 151; Köprülüzade, a.g.mak., s. 8-9; O. Turan, a.g.e., s. 130; F. Sümer, a.g.mak., s. 2534 ; H. Tanyu, a.g.e., s. 51.
  158. Köprülüzade, a.g.mak., s. 10.
  159. V. V. Barthold, a.g.e.. s. 91.
  160. R. R. Arat, e.g.e.. s. 560.
  161. R. R. Arat, e.g.e.. s. 583-584.
  162. Râşid Efendi. Tarih-i Râşid, Cilt II, İstanbul 1153, v,102b-103a; Râşid Efendi. Tarih-i Râşid. Cilt IV, İstanbul 1282. s. 38-40.
  163. Lipkalar. çeşitli sebeblerle Lehistan topraklarına gelip yerleşen Müslüman Türklerden bir zümre için kullanılır bir tabirdir. Ne zaman gelip yerleştikleri kesin olarak bilinmemekle birlikte, Altınordu ülkesinde Kutluk Timur-Toktamış arasında meydana gelen taht mücadeleleri (1387-1395) zamanına kadar dayandığı anlaşılmaktadır. Lipkalar hakkında Mustafa Kesbî şu bilgiyi vermektedir: "Tatar taifesinden olup han ve mirzalarına gücenen köy ahalileri, hayvanları, evlad ve aileleri ile vatanlarını terk ederek, gece baskını tarzında Rusya hududundan geçerek Moskovlu vatandaşlığını kabul ederlerdi. Moskovlu boş ve harabe durumdaki arazisini imar ve bu firarileri iskân ettirip, kendilerine mesken, cami ve mescidler yapmaları için ruhsat verirdi. Diğer yandan, Moskov Devleti ne senede bir altun vermek ve ürettikleri tereyağı, hayvan, hububat ve sair her ne satarlar ise, köylerinde râyic olan bedel üzerinden Rusyalu'ya satmak üzere mukavele yaparlardı. Ruslar bu şekilde meydana getirilen köylere, birkaç Rus nüfus yerleştirir ve kilise de inşa ederek, Müslüman olan Tatarlar ın Rus âdetleri üzere gözlerini alıştırmak ve tabiatlarını karıştırmak suretiyle, onları kendi tabiatlarından uzaklaştırırlardı. Bu hile ile kısa zaman zarfında mizaçları değişerek Müslümanlıkları sözden ibaret kalan yeni nesil. Müslümanlığı babalarından, Rus ibadet tarzını da emsalleri ve komşularından, çocukluk çağlarında öğrenirler ve Rusya taraflarında bulundukları zamanlarda Rus tarzında, İslâm toplumu arasında bulundukları zamanlarda da Müslüman âyini tarzında ibadet ederler. İşte bu kimselere Lipka denir." İbretnümâ-n devlet. Millet Kütüphanesi. Ali Emîri Kısmı, Tarih Yazma. Nr. 484, v. 47b. (M. Kesbî'nin bu eseri tarafımızdan doktora tezi olarak hazırlanmıştır. Bkz. Ahmet Öğreten, .Mustafa Kesbi. İbretnümâ-vı devlet. Basılmamış Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996) Lipkalar hakkında teferruatlı bilgi için bakınız, Cengiz Orhonlu, "Lipkalar". Türkiyat .Mecmuası, Cilt XVIs İstanbul 1971, s. 57-87; t XV, İstanbul 1971, s. 57-87; Nadir Devlet, "Polonya Tatarları" Türk Kültür Araştırmaları, İbrahim Kafesoğlu'nun Hatırasına Armağan Sayısı, .Ankara 1985, s. 189-205.
  164. Mustafa Kesbi, İbretnüınâ-yı devlet. Millet Kütüphanesi. NT. 484, v. 58a-58b.
  165. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi. TY. Nr. 5945, v. 93b. Bu eser kütüphane kayıdarına Cavid adına geçmiştir. Bunun bir hata olduğuna kaniyim. Şimdilik müellifini kesin olarak tesbit edebilmiş değiliz. Türk ve İslâm tarihinin muhtelif hadiselerine temas edilerek başlayan eserde ağırlığı 1182 Osmanlı-Rus savaşından başlayarak, Osmanlı-Rus münasebederi teşkil etmektedir. H. 1219 yılına kadar muhtelif olaylar anlatılmıştır. Halen bu eseri yayıma hazırlama gayreti içindeyiz.
  166. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. NT. 5945, v. 93a-93b.
  167. Kesbî, a.g.e., v. 57b; İsmail Hami Danişmend. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, IV. İstanbul 1972, s. 46.
  168. Kesbî, a.g.e., v. 57b; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV/I, Ankara 1982, s. 382.
  169. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. Nr. 5945, v. 93b.
  170. Kesbî, a.g.e., v. 57b-58a; İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. Nr. 5945, v. 93b.
  171. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. Nr. 5945, v. 93b.
  172. Kesbî. a.g.e. v. 58a.
  173. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. Nr. 5945, v. 93b.
  174. gös. yer; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV/I, s.383.
  175. Kesbî, a.g.e., İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. Nr. 5943, v. 53b.
  176. Kesbî, a.g.e.. Millet Kütüphanesi. Nr. 484, v. 58b.
  177. İ. H. Danişmend, a.g.e., s. 50; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., İstanbul 1982, s. 387.
  178. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 2380/223.
  179. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 2380/214.
  180. Kesbî. a.g.e., Millet Kütüphanesi, Nr. 484, v. 58b.
  181. "Tuna'nın hâli el-ân kemâ-fı's-sâbık tuğyan üzere olmakda. Tuna nüzul edüp cisrden murür mümkin oluncayadek nizâm-ı hâl ile iştigâl olunup..." Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi. E. 2380/223.
  182. Kesbî. a.g.e.t, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. Nr. 5943, v. 175a-178a.
  183. A. H. Halikov, Rus Tanınan 500 Bıılgar-Tataı Türk Asıllı Sülale, Türkçeye Çeviren: Mustafa Öner, İstanbul 1995.
  184. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 2380/206.